8 Ağustos 2016

30 yaşına gelince anlaşılan gerçekler....

Blog yazarlarımızdan 4'ün 3'ünün de 30'una bastığı, milletçe birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu şu günlerde içimden birden bu yazıyı yazmak geçtti.... Aslında bu yazdıklarımın 30 yaş ile alakası yok ama benim kendime döndüğüm zamanın 30'uma denk gelmesi ile bu yazı şu an çıktı napayımmm ;)

Daha önce bloğumuzda yazılan thirties are new twenties yazısında bleu'nun yazdıklarına aynen katılmamın yanı sıra bu da benim 30 yaş aydınlanması günlerinde düşündüklerim, hissettiklerim....


Enso: () is a circle that is hand-drawn in one or two uninhibited brushstrokes to express a moment when the mind is free to let the body create in zen buddhism. The ensō symbolizes absolute enlightment, strength, elegance, the universe, and mu  (the void))






1. Hayatında kimseler kalmasa da etrafında yüzlerce kişi olsa da aslında teksin!! Nasıl ki doğduğunda tek başına isen öldüğünde de tek kalacaksın. Benzersizsin ama aynı zamanda da bir hiçsin!! Zaten hayatla ilgili tüm paradokslar da burdan kaynaklanmıyor mu ki....

2. Evet ölüm... ölüm diye bir gerçek var.... İnsanların senin hakkında çok güzeldi, başarılıydı, zengindi, fln filan demesi önemli değil. Sadece iyi bir insan olarak anılmak en önemlisi.


3. İnsanlar demişken, insanları ve onların düşüncelerini hakikaten kaile alma.... I DON'T CARE!! deyip kendi yoluna bak.

4. Bu arada ne yapacağını bilmediğinde sadece vicdanını dinle ve gerisini siktir et. Sana karşı iyi olan, iyi davranan insanlara karşı iyi olmak en kolayı ve en normali....Sıkıysa arkandan konuşan, kuyunu kazan insanlara karşı iyi davran!! Ve sadece onları vicdanları ile baş başa bırak....

5. İnsanlar konuşur.... Konuşacak bir şey yoksa yaratıp, yine de konuşur....Ortada bir şey varsa zaten konuşur...bir sırrını söylediysen...muhakkak konuşur!!Özet olarak KO-NU-ŞUR!! O yüzden bunu da kabullen ve kendini onlara anlatmak, kabullendirmek veya sen bunu bunu demişsin benim hakkımda gibilerinden hesap sormak ile uğraşma. 

6. Aile önemli....ama sadece çekirdek aile!! Kardeşin kardeşinin gözünü para için, para olmasa bile sırf kıskançlıktan oyduğu bir devirde yaşadığını unutma. Boşuna atalarımız babana bile güvenme dememişler. Ama anne bir başka....sadece ve sadece annene gözünü kapat ve güven. Sana bir şey olursa belki yüzlerce insan üzülür, ama sadece annen senin hissettiğin acıyı sen ağzını bile açmadan hisseder. Ama el diye de bir gerçek var, onu aklından çıkarma!!

7. Zaman geçtikçe sen olgunlaşıyorsun ama anne ve baban gitgide yaşlanıyor.... Bunu unutma ve onlara ona göre davran.

8. Kin tutma... Sidik yarıştırma.... Ne olmuş iş arkadaşın senden daha önce terfi aldıysa ve daha az çalıştıysa.... Ne olmuş onun üstü başı, maddi durumu, sevgilisi-eşi...fln seninkinden daha iyiyse ve bunu hak etmiyorsa?? Sana ne??

9. Kimseye bir şeyi kanıtlamak zorunda değilsin. Gün gelince insanlar, hatta kardeşler arasında başlayabilen küçük tatlı rekabetler bile insanın ruhunu ele geçirebilecek hırslara, kıskançlıklara dönüşebiliyor. Yapacak bir şey yok....bu kıskançlık ve hırs denilen duygular insanoğlunun DNA'sında var. Önemli olan senin bu duygunun ne kadarına teslim olduğun ve 'ben gerçekte ne istiyorum?' diye durup kendine sorduğun anlar. Dediğim gibi kimseye, hatta kendine bile (!) hiçbir şey kanıtlamak zorunda değilsin. 

10. Bir ilahi adalet var bunu unutma, ama o ilahi adaletin tecelli edeceği günü bekleyip de, oh olsun deme!! 

11. Kendini geliştir.... Ot geldin ot gitme....Kitap oku, gazete oku, değişik filmleri,belgeselleri izle, çık dışarı gez....gezerken de etrafına bir bak....dünyada neler oluyor azcık farkında ol.... bir prof. ile de odanı temizleyen temizlikçi teyze ile de postanede futbol fanatiği amcayla da (her ne kadar futboldan anlamasan/sevmesen de) oturup 5 dk muhabbet edebilecek kadar içtenliğin ve kapasiten olsun. 

12. İnsan tanı.... daha çok insan tanı. Kendi yaşamadıklarını bile insanlara bakıp ders çıkarabileceğini ve deneyimlerinden faydalanabileceğini unutma. Ama bir insanı tamimiyle tanımanın mümkün olmadığını da kabullen!! İstersen 50 sene, her anını bir insanla birlikte geçir, onun her anını paylaş, gene de bir insanı tanıyamazsın.

13. Dünyada 1 sn'de bile her şeyin değişebileceğini unutma. Bir deprem olur, hükümet düşer, sen kaza geçirirsin.... yani her an kötü bir şey olabilir şu dünyada. Bunu unutma!! Ama bununla da yaşama.... Sadece hazırlıklı ol, her durum için bir B planın olsun. Belki karşılaşacağın durumlara hiçbir şekilde müdahale edemezsin ama mümkün olan en az hasarla atlatabilirsin.  

14. Varyemez olma....para harcamak için var. Bir şeyi canın çektiğinde onu al, bir yere gitmek istediğinde paran az diye erteleme. Ama yukarıdaki maddede yazabileceğim şeylerin her an başına gelebilme olasılığını da unutma. Başına en kötüsü geldiğinde bile seni bir miktar idare edecek paran kenarda köşede dursun. 

15. Acı dilli olma, insanları kırma. Bazen bir bakışınla bile bir insanı kırdığın an neler neler yapsan da geri dönüşü olmaz. Bunu bil!! Laf koymak, şakalaşmak fln bir yere kadar eğlenceli ama her şakanın altında bir gerçek vardır, ona göre ağzından çıkanlara dikkat et. 

16. İnsanları kırma derken, insanların her dediklerine de eyvallah da deme!! Hayatta bir duruşun, bir HAYIR'ın olsun.... Her devrin adamı olmak her zaman karlıdır, arkanın güçlü olması ve güçlünün yanında durmak da.... Ama değer mi bir düşün.... Kişilik versus menfaat.... + 13. maddede dediğim gibi bu dünyada her şey 1 sn'de değişir....

17. Sadece huzuru ara.... 

18. Sev... seni seveni de seni sevmeyeni de sev... Kötülük yapana kin tutma dedim yaa...işte her şey bir insanı sevmekle başlıyor!! Bunu aklından çıkarma....

19. Her anlamda farkında ol!! Dünyayı ve onun gerçeklerini kabullen.... Onu değiştiremezsin, ama varlığınla bir şeyleri etkileyebilirsin....hiç değilse de kendi yaşamını....

20. 一期一会 (Ichi-go ichi-e) Yani dünyaya bir kere geldin, şu anda içinde bulunduğun anı bir daha yaşamayacaksın. Şu an yapmak istediğin şeyi yapman için de sadece bir an'ın var!! Bunu unutma....

Bitha

5 Haziran 2016

Find What Feels Good: Yoga with Adriene

Öncelikle şunu söyleyerek başlamak istiyorum bu yazıda yoga nedir, çeşitleri nelerdir, hep beklediğiniz aydınlanma gelecek mi, yoksa yoga yapmak modern çağın saçmalığı mı tarzı şeylere hiç girmeden kendi tecrübemi (ilk defa ciddi bir şekilde) anlatacağım. Ayyhh yoga ne yaa saçmalık, ben ne kadar denediysem aydınlanmadım şekerim diyenlerdeniz bence bundan sonrasını okumayın...


Ben yoga ile yaklaşık 4 yıl önce tanıştım. O zamandan beridir de her zaman olmasa da genelde düzenli olarak yapmaya çalışıyorum. İlk olarak Beşikteş’ta bir yoga merkezine başlamıştım. O zamanlar evime yakın olması sebebiyle rahatlıkla devam ettirebildim. Daha sonra aynı yoga merkezi çalıştığım üniversitede bir kurs açtı ve ona katılmaya başladım. Yaptıkça sevdim. Bir süre sonra hoca eşliğinde yapılan ve aynı tekrarlardan oluşan yogadan sıkıldım ve ara verdim. Bu esnada pilatese devam ettim ama hep tekrar yoga yapmak için motivasyon aradım. Bu arada, katıldığım dersler hep  “vinyasa yoga” tarzı yoga dersleriydi. O ne derseniz (gerçekten yoga konusunda çok cahilsiniz önce onu söyleyeyim). Yoga her biri vücudun başka bölgelerine iyi gelen ya da güçlendiren asanalardan (duruşlardan) oluşan bir olay (spor diyemiyorum çünkü değil). Hani bu instagramda genelde güneşin önünde ellerin yukarıda birleştiği, bir ayağı üçgen yapıp verilen pozlar var ya işte onlar asanalar. Vinyasa yoga ise bu asanaların bir akış içinde bağlantısı kesilmeden nefes eşliğinde yapılmasından oluşan bir yoga çeşidi. Başta küçük nefes alıştırmalarıyla başlayan her derste farklı asanaların kombinasyonuyla şahlanan ve sonunda “shavasana” yani ölü pozunda vücudun gevşemesiyle biten bir yolculuk. Yani yoga çalışması sonunda mutlaka vücudun gevşemesine ve ruhun hapsettiklerini nefes ile bırakmasını sağlayacak şekilde bitirilir. Her yoga çalışmasının sonunda ölü pozunun olması ise her seferinde yeniden doğmayı temsil eder. Fakat şu noktada söylemem gereken bir şey var ben asla yoganın spritüal aşamalarını başarıyla yapamadım. Belki de hiçbir şekilde içten içe inanmadığım için olabilir. Meditasyon aşamasında asla ama asla –ne kadar denersem deneyeyim- odaklanmayı başaramıyorum. Aklıma hep kredi kartım, okumam gereken ödevler yada yarın ne giyeceğim geliyor. Bir süre sonra da bıraktım ve sadece fiziksel yani bana iyi gelen kısmı ile ilgilenmeye başladım. Kronik boyun ağrılarıma, duruşumu düzeltmeye, esnemeye, odaklanmaya, sinirimi yatıştırmaya vb birçok şeye iyi geldiğinden hep devam ettim. Gerçi hala çok asabi bir insanım ama o da yaradılış tabi yoga ne yapsın.




Neyse artık gelelim yazımızın kahramanına. Hollanda’da bulunduğum süre zarfında kendime gerçekten vakit ayırabildiğim için tekrar araştırmalara başladım ve şans eseri Yoga with Adriene ile tanıştım. Ekşi sözlük dışında (2-3 entry dışında) başka hiçbir yerde Türkçe kaynak ya da burayı öneren bulamadığımdan kendim yazmaya karar verdim.
Adriene dünya tatlısı, şeker mi şeker bir yoga instructor’ı. Kendisi Auston Teksas’lı bir vegan. Bu da web sitesi. http://yogawithadriene.com/adriene-mishler/
Ayrıca youtube’da da bir kanalı var. Buyrun bu da kanalın adresi https://www.youtube.com/channel/UCFKE7WVJfvaHW5q283SxchA




Bu kanalda herkesin damak tadına göre kısa yada uzun zor yada kolay birçok çalışma bulabilirsiniz. Benim vücudum birçok asanaya alışkın olduğundan ben direk 30 days of yoga ile başladım. Her gün yeni bir ders ile vücudunuzu günden güne güçlendirerek kendinize yeni bir challenge accepted olayı yaratabilirsiniz. Zamanla ilk başta yapmakta çok zorlandığınız hareketleri, gün geçtikçe yapmaya başladığınızı görünce gerçekten çok mutlu olacaksınız. Ben bitirmek üzereyim. Genelde akşamları yatmadan yapıyorum, 30 dakikalık bünyeyi hiç yormayan yoga çalışmaları. Zaten yoga sonunda asla kendinizi yorgun hissetmiyorsunuz. Adriene’ın o harika ve pozitif ses tonuyla başlattığı çalışmalarda zaman su gibi akıp gidiyor. Eğer videoların altındaki yorumları okursanız herkesin bu çalışmalardan ne kadar memnun olduğunu, kendini ne kadar geliştirdiğini ve Adriene'ı ne kadar sevdiğini görebilirsiniz.




Daha önce başka yerlerde okumama rağmen asla inanmadığım birçok şeye artık düzenli olarak yaptığımdan inanmaya başladım. Örneğin bazı yoga asanaları adet ağrısına çok iyi geliyor. Ben her ay en az 3 ağrı kesici ile kendine gelen bir insan olarak son iki aydır neredeyse hiç ağrı kesici almadan regl dönemimi atlattım. Yani ben yoganın meyveleri toplamaya başladım. 
Onun dışında son olarak bu da Adriene’ın instagram sayfası.
Buradan da göreceğiz gibi sevgi dolu bir insan. Özellikle, köpeğiyle olan ilişkisine bayılıyorum. Bazı yoga çalışmalarında köpeği de katılıyor J Bir de her çalışmada giydiği birbirinden farklı yoga taytlarının da hastasıyım. Adriene, oldukça pozitif ve ilham alınası bir insan. Amerika'da oldukça ünlü, verdiği her yoga dersi dolup taşıyor. Ayrıca kanalındaki bazı videolar milyonlarca kere izlenmiş. Bir gün yoga derlerinden birine katılmayı gerçekten çok isterim.
Siz de kendinize biraz zaman ayırmak, vücudunuzu güçlendirmek, sakinleşmek ya da ne bileyim işte trendi yakalamak istiyorsanız ya da sırf meraktan dur bakalım neymiş bu yoga diye düşünüyorsanız bence Adriene’ne kesin bir şans verin.
Ve şunu sakın unutmayın, hiçbir şeye başlamak kolay değildir, devam ettirmek ise asla kolay değildir. Ama yogaya başladığınız için asla pişman olmayacaksanız.

Namaste
Lydia Deetz

19 Mayıs 2016

Hafif, lezzetli, sağlıklı ve yapması kolay....Mikrodalga Fırında Chia Tohumlu Kek!!

8090 gurmenin, 80 kiloya dayanmış ve Japonya'da kaldığı 1 sene içinde en azından bu kiloların bi 10 kilosunu vermeye azmetmiş yazarı olarak, son günlerde kahvaltılarımın baş tacı bir kek tarifi ile karşınızdayım..... Chia Seed içeren, mikrodalgada hazırlanan kek.... Böyle de garip oldu bari bi isim takalım da garibim bundan sonra insanlar tarafından 'Şiiişt, piştttt...' diye çağırılmasın. Bu konuda önerisi olan, aşağıya yorum olarak önerisini yazabilir!!
Öncelikle ben bu kekin çeşitli varyasyonlarını denedim hepsi çok başarılı... Vereceğim tarife, yarım muz veya yarım havuç rendesi, tarçın, kakao,1 kaşık fıstık ezmesi, hindistan cevizi, kuru üzüm gibi şeyler ekleyerek bu kekin farklı çeşitlerini yaptım. Dediğim gibi, hepsi de gayet iyi sonuç verdi.Bir de benim gibi yemek yapmaya ayıracak çok zamanınız yoksa ama sağlıklı şeyler yemek istiyorsanız tarifi denemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.
Tarifime geçmeden önce bilmeyenler için Chia Tohumu hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum. Zaten bilenler ve buraya yemek tarifi için gelenler direkt bu yorumu atlayıp, aşağıdaki tarife geçebilirler.

Chia tohumu siyahımsı-gri veya beyaz renkte olabilen, belirgin bir tadı olmayan ve içine katılığı yemeğin de tadını değiştirmeyen bir yağlı tohum. Yaptığım araştırmalar sonucunda gözüme çarpan en belirgin faydaları ise şu şekilde:
  • Tansiyonu düşürür.
  • Kan şekerini stabilize eder.
  • Romatizmaya faydalıdır.
  • Metabolizmayı hızlandırır.
  • Beyin fonksiyonlarını, sinirlerin iletimini destekler.
  • Kalp sağlığı için faydalıdır.
  • Sindirim sisteminin doğru düzgün çalışmasını sağlar :))
İçerdiği antioksidanlar, yağ asitleri, E, D, K vitamini...vb. şeyleri anlatarak kafanızı bulandırmayacağım. Zaten merak eden çok rahat googlelayarak bu bilgilere ulaşabilir. Ben burada size özetle, çok ama çok faydalı bir besin olduğunu söyleyebilirim. Ama diyetlerdeki en önemli avantajı, şişerek tokluk yaratması ve kan şekerinizi stabil tutarak, tatlı krizine girmenizi engellemesi. Bu arada Japonya'da chia seed tüketimi çok fazla, her markette kolaylıkla bulabileceğiniz gibi, bizdeki 3'ü bir aradakiler gibi teker teker küçük paketlenmiş şekilde de chia satılıyor. Buraya ilk geldiğimde yağlarına alışamadığımdan ve kilo verme isteğimden dolayı her akşam aloe veralı yoğurt içine chia seed karıştırıp yiyordum. Hem sağıklı, hem lezzetli ve de uzun süre tok tutuyordu. Ama bıktığımdan mıdır nedir, şu aralar ara verdim. Japonya'da Chia Seed ile yapılmış çikolatalar bile var.... :)


Ayrıca insanlar sütle falan chia tohumunu karıştırıp, pudingvari şeyler de yapıyor... Yani hayal gücünüzün sınırı yok. Bu arada salata yiyip doymayanlar için de süper bir fikir....salatanızın üzerine bi tutam chia serpin, ardından suyunuzu içip sadece doymayı bekleyin....


Tarife geçecek olursam, öncelikle şunu belirteyim, malzemeleri hazırlamaya başlamanız ile nihai ürünü elde etmeniz arasında geçen toplam süre 10 dakika. Ki bu 10 dakikanın yarısı benim gibi yaban ellerde bir el mikseri olmayan birinin, keki elle çırpması için geçen süredir.

Bildiğiniz gibi son zamanlarda mug-cake'ler yani fincanda 5 dakikada pişirilip, yenilen tek kişilik kekler de çok moda. Benim bu keki yapma fikrim de açıkçası mug cake ile başladı, ama sonra mikrodalgaya koyulabilen plastik kaplarda denemem ile fincanla uğraşmamaya karar verdim. Ben Japonya'da 100 yen shop'dan aldığım bir plastik mikrodalgaya koyulabilir, kapaklı kap içinde yapıyorum. Kapaklı olduğu için piştikten ve soğuduktan sonra kapağını kapattığım anda da birkaç gün bayatlamadan saklayabiliyorum. Ayrıca bu aldığım kaplara asla ve asla kekiniz yapışmadığı için kalıp gibi çıkıyor.(Bu arada Japonya'daki elim ayağım 100 Yen Shop'lar ve Convenient Store'lar hakkında ayrıca bir yazı hazırlamayı düşünüyorum. Burada hayatta kalmanız için son derece önemli lokasyonlar onlar!!) Tam olarak aldığım şey şuna benziyor.....(bu resmi de koydummm yaaa....:))
Yanlız dikkat etmeniz gereken şey, kek karışımını koyduğunuzda kabın yarısını geçmemesi, ona göre malzemeyi katları ile çarpıp, ölçek büyültebileceğiniz gibi, yarı yarıya indirip, kupada mug-cake şeklinde hazırlayabilmeniz de mümkün. Degiğim gibi ben çok az yağlayarak, aynen kabın şeklinde kalıp gibi keki çıkartabiliyorum.

Malzemelerimiz ise şu şekilde:
  • 2 yumurta
  • 1/3 su bardağı toz şeker (İsterseniz pekmez de ekleyebilirsiniz)
  • 1/4 su bardağı sıvı yağ (Ben ayçiçeği ile zeytin yağını karıştırıyorum)
  • 3 kaşık yoğurt
  • Yarım su bardağı un
  • 1/3 paket kabartma tozu
  • 4-5 damla vanilya özütü (Bunun yerine toz vanilin de koyabilirsiniz)
  • + Kekinizi neli istiyorsanız o....(kakao, muz, havuç, tarçın, üzüm....vs)
  • veeee tabi ki 1 yemek kaşığı chia tohumu :)
Hepsini karıştırıp, yağladığımız kaba döküp, 700 MW gücüne ayarlayıp, 5 dakika pişirdiğinizde kekiniz hazır. Eğer, kakaolu yapıp, sufle kıvamı istiyorsanız, 2-3 dakika yeterli olacaktır. İşte kekiniz hazır!! Ben bu tarifin tuzlusunu da Türkiye'ye dönünce dereotu ve peynir kullanarak denemeyi düşünüyorum. Ayrıca fırında yaptığım mücvere de eklemek aklıma gelen başka bir fikir. Fakat maalesef ki Japonya'da alışkın olduğumuz peynirlerden yok (olan peynirler de pahalı, bu yüzden kendi peynirimi kendim yapıyorum), dereotu yok ve kabak yok!! Yani en azından şu geçen sürede dolaştığım bilmem kaç milyon markette ben görmedim. O yüzden aranızdan denemek isteyenleriniz varsa buyursun....
Hazır kek tarifi vermişken, size kek yapımını püf noktalarını da yazmak istedim, ki insanlar kekimin güzel olduğunu söylerler hep. Bunda ETİ fabrikasında yapmış olduğum stajın da etkisi vardır muhtemelen. İyi kek yapma sırlarım ise şu şekilde:
  • Malzemelerinizi buzdolabından çıkardığınız gibi kullanmayın, bırakın dışarıda biraz ısınıp, oda sıcaklığına gelsinler
  • İlk önce yumurta sarısı ile şekeri karıştırın, ardından yağı ekleyin.
  • Yumurta beyazını mikseriniz (varsa tabi) ile ayrıca çırpıp köpük haline getirin ve un koymadan hemen önce ekleyin. Yani sıralama şu şekilde: yumurta sarısı+sşeker+yağ+yoğurt/süt+ iç malzeme (üzüm, çkolata..vs) + çırpılmış yumurta beyazı + un + vanilin+ kabartma tozu
  • Ununuzu eklerken, bir elekten geçirerek koyun.
  • Malzemeleri çok çok iyi çırpın
  • Kabartma tozunu ennn son ekleyin (üzerine varsa 1-2 damla limon sıkın) ve vakit geçirmeden önceden ısıtılmış fırında pişirin. (Tabi mikrodalga için bu önceden ısıtılmış fırın olayı mümkün değil. Ama mikrodalgada ısıtma merkezden olduğu için çok daha etkili bir ısıtma sağlanarak, kekinizin çok güzel pişmesi sağlanıyor)  
Bu arada....annem kendi evine almadığı gibi benim de kendi evime mikrodalga almama engel olmuştu. Ama şimdi Japonya'da mikrodalganın rahatlıklarını görüp, çok kısa yapabileceğim, çeşitli yemekleri öğrendikten sonra dönünce bir daha şu mikrodalga fırın almak meselesini düşüneceğim.
Afiyet olsun ;)
Bitha








17 Mayıs 2016

Bir Labirent Olarak Venedik

Hiç şüphesiz Venedik, eşi benzeri olmayan ve bana sorarsanız her insan evladının bir kere mutlaka dünya gözüyle görmesi gereken, çizme şeklindeki İtalya isimli gezegende bulunan en önemli ve turistik şehirlerinden biri. İtalya’ya neden gezegen dediğimi bir önceki "Milano: Kuzey İtalya'da ki Paralel Evren"  yazımda belirttim okumadıysanız lütfen biran önce o sayfaya ışınlanın.

Biz devam edelim. Venedik, birçok seyahat yazısında (şuan eminim Google’da aratsam sayacağım şehirleri önerecek en az on site bulurum bak) Paris, Roma, Amsterdam ve Barcelona gibi diğer Avrupa şehirleriyle birlikte en önemli balayı rotalarının başında yer almaktadır. Eğer balayınızı ya da tatilinizi, siz ve bir milyon diğer kişi ile Eyfel kulesine çıkmak için sıra bekleyerek, gerçek adı aşk çeşmesi bile olmayan bir su birikintisine para atmak, yüzyıllardır tamamlanmamış bir kiliseyi gezmek için para vermek ya da fuhuş ve uyuşturucu ile ünlü bir şehir de romantizm yaşamaya çalışmak ile geçirmek istiyorsanız lütfen önden buyurun, sizi kazıklayacak en yakın seyahat firması bir tık uzağınızda. Şuan “ama sen her şeye bu açıdan bakarsan hiçbir yeri beğenmezsin ki” dediğinizi duyar gibiyim. Benim bunca zamandır öğrendiğim tek şey; gerçekten turistik olan yerlere tam zamanında ve önyargısız ya da beklentisiz gitmezseniz gerçekten büyük hayal kırıklığı olabileceği. Zaten bir yer ile ilgili olan yazılarım, genelde pek anlatılmayan yönlerini anlatmak ve sonunda eğer beğendiysem gerçekten ne düşündüğümü yazmakla geçiyor. Ve maalesef çok üzgünüm ama Avrupa’nın birçok turist rotası gidip görülünce gerçekten saçma şeylerin gereksiz ünlü, ünlü olmasından dolayı da pahalı ve neden olduğunu anlamadığım şekilde de kalabalık olmasından ibaret. 

Venedik’e gelirsek eğer… Söz konusu Venedik olduğunda genelde sarf edilen iki büyük cümle vardır. İlki “sular altında kalmadan mutlaka ziyaret etmeniz gereken yer”. Zannedersiniz ki bunu söyleyenler küresel ısınma uzmanı. Yok öyle bir şey ya… İçiniz rahat olsun Venedik’in sular altında kaldığını muhtemelen sizin torunlarınız bile göremeyecek. Bir diğer meşhur cümle ise “işte şehirdeki ünlü bilmem nerenin dondurmasını yedikten (ya da şarabını içtikten sonra da olur :) sonra Venedik’in sokaklarında kaybolun” şeklindeki sanki romantikmiş gibi bir anlam içeren o meşhur basmakalıp cümle. Eğer bugüne kadar bu iki cümleye benzer bir şeyler okumadıysanız gelin beni bulun valla bak. Neyse işte orada ki “kaybolun” kelimesi var ya tam olarak sözlük anlamıyla kullanılıyor ama kimse bunu size söylemiyor. Bu yüzden kendinize tekrar sorun, yolları bile olmayan (ben de biliyorum Venedik’i ünlü yapan şeyin bu olduğunu) ve her geçen gün suların altına gömülen (yerseniz) bir şehirde vaktinizi labirentte kaybolmuş, bir türlü aradığı peynire ulaşamayan fareler gibi geçirmek istiyor musunuz? Hem de sizinle birlikte bir milyon diğer fare ile… 


Milano gezimiz sırasında benim baskılarım sonucu bir günü Venedik’e ayırdık. Her ne kadar sevdiceğim daha önce gitmiş olsa da ve Venedik’in overrated (fazla abartılmış yani) bir yer olduğunu düşünse de ben yine de oralara kadar gitmişken bir şans vermek istedim. Her yerde olduğu gibi buranın da hem iyi –size hep anlatılan- ve hem kötü –size asla anlatılmayan- yanları var. Genelde gideceğim şehirlerle ilgili herhangi bir önyargı oluşturmamaya çalışsam da bir çok yazı okuduğumdan ya da gidenlerden bilgi edinmeye çalıştığımdan bir türlü istediğim spontane gezi ruhunu yakalayamıyorum. Nedense Venedik’in çok büyük hayal kırıklığı olacağından emindim ama gidince gerçekten yanıldığımı anladım.

Gittiğim yerlerle ilgili hep size anlatılmayanları anlatmak istediğim için ilk olarak şununla başlamak istiyorum, Venedik için maksimum 48 saat yeter de artık. Hatta çok bile ama ben size fazladan izin verdim gezebilirsiniz, bendensiniz. Bizim firmanın gondolcusu var aşağıya bırakıyorum numarasını. Yani eğer burada balayı yapmak gibi bir planınız varsa –özellikle yaz aylarında, mayıs dahil- bunu direk kafanızdan çıkarın. Biz Mayıs başı gitmemize rağmen özellikle öğleden sonra öyle bir kalabalık oluyor ki aklınız durur. Ya bu kadar insan bu saate kadar neredeydi diyorsunuz. Daracık sokaklarda yürümek resmen bir işkenceye dönüşüyor ki akşamları yemek için iyi bir yer bulmayı falan geçiyorum. Size şöyle söyleyeyim, dondurma almak için beklemeniz gereken sıra İstiklal Mango’da indirim haftasında beklemeniz gereken kasa sırasından çok daha uzun olacak. Ki siz bir de kanalların üzerindeki köprülerde fotoğraf çekilmek için bekleyenleri görün. Bir de tabi bizim asla yapmayı düşünmediğimiz, hatta benim yapanları görünce üzüldüğüm gondol turları var ki, baya saatler harcamanız lazım. Üzüldüm çünkü siz sırf sevgilinizle götünüzü devirip selfie çekeceksiniz diye o adamlar sabahtan akşama daracık sokaklarda kürek çekiyorlar hem de kan ter içinde. Onların bundan para kazandığını biliyorum ama napayım üzüldüm. Bence hiç romantik değil, ayrıca da kanallarda çok trafik var. Bir de bu şehir de çok büyük bir ışık problemi var sevgili sosyal medya severler. Sokaklar dar olduğundan bir kısım nofilter hastaglı fotoğraflar gibi çıkarken fotoğrafın diğer yarısı anlamsız gölgelerle mahvoluyor. Bu kadar güzel bir atmosferde hiç beklemeyeceğiniz bir problem. Sonra söylemedi demeyin...



Bir diğer söylemem gereken şey Venedik, herhangi bir harita, GPS, konum uygulaması, pusula ya da kutup yıldızının gerçekten hiçbir işe yaramadığı bir yer çünkü yol yok. Yani şöyle, şimdi tren garında indiniz ve dışarı çıktınız ya da otobüsle de geldiyseniz geziniz garın oradan başlayacak, sorarak garı bulun. Karşınızda, üzerinde küçücük güzel köprüler olan kanallar ve güzel yeşil kubbesi ile sizi selamlayan bir kilise göreceksiniz. İşte burası gerçekten çok güzel ve etkileyici, tadını çıkartın... Her neyse, büyük bir heyecan içinde maceranıza başladınız diyelim. Size geri kalan zamanınızda yaşayacaklarınızın kısa bir özeti… Birinci köprü, daracık sokaklar, gelsin profil fotoları, hoooop meydana bağlanan güzel bir sokak, aaa tekrar köprü, kanallarda tekrar foto, bir diğer sokak, oha bu sefer yine köprü ama hangisi, dur bundan gidelim bari, yok yok dur köprünün olduğu sokağı kaçırdık, bir sonraki şu mu, ay o çok kalabalık ya, e bakmadın mı ya haritadan, baktım burada olması lazım, değil ama kaldık mı burada ne kadar geri gitmemiz lazım, bilmiyorum ya Venedikli miyim ben, bu insanlar nasıl yaşıyor burada ya, dur biraz oturalım bari, o değil de bu evler de rutubet olmuyor ya, ben burada yaşasam valla evin yolunu bulamam ha, sakinleşme evresi, neyse dur geç de resmini çekeyim, tekrar kanal-köprü-sokak, tekrar kaybol, gideceğin köprüyü kaçır, kavga ve hoooop yine başa dön…Arada tabi mutlaka dondurma sırasına gir, kaybolduğun yetmezmiş gibi bir de wc aramak zorunda kal, bir de neden bu kadar ünlü  olduğunu anlamadığın masklardan hangisini alacağına karar vermeye çalış…




Yahu hiç mi güzel yanı yok bu Venedik’in, e hani beğenmiştin? Valla beğendim ya. Biz çok doğru bir zamanda gittiğimiz için her şeyin tadını çıkarttık valla. Havası, suyu, kalabalığı, yemekleri, dondurması, birbirinden değişik maskları hepsi tam yerindeydi. Ama zorlukları da yok değil yani onu diyorum. Bir de başka yerlerde anlatıldığı kadar büyütmeyin gözünüzde. Bir gününüzü doya doya geçirebileceğiniz harika ve değişik bir atmosfer. Bizim gibi Mayıs başlarını seçerseniz çok kalabalığa kalmadan ve havalar çok ısınmadan tadını çıkartabilirsiniz. Eğer benim gibi doğuştan yön duygunuz yoksa mutlaka yanınıza yön duygusuna güvendiğiniz birilerini alın. Doğru köprüyü bulmaya çalıştığınız süre boyunca birlikte gittiğiniz insanla ilişkinizin sağlamlığını ayrıca da kendi sabrınızın sınırlarını ölçebilirsiniz. Mesela benim gibi biriyle giderseniz asla çıkışı bulamayabilir ve sonsuza kadar orada yaşamak zorunda kalabilirsiniz. Şaka bir yana eğer yolunuz düşerse Spritz adı verilen buz gibi turuncu kokteylden içebilir, tiramisulu dondurma yiyebilir ve hediyelik eşya dükkanlarında kendinizden geçebilirsiniz. 



Ve en sonunda eğer başarabilirseniz büyük meydana gelince dar sokaklarıyla ünlü bir yerin nasıl bu kadar güzel bir meydana ev sahipliği yaptığına şaşıracaksınız. İşte o büyük meydan sonsuza kadar kaybolduğunuzu sandığınız labirentin sonunda sizi bekleyen leziz peynir…

Bir gün yolunuzun Venedik’e düşmesi hiçbir şey düşünmeden gerçekten kaybolmanız dileğiyle…
Lydia Deetz

16 Mayıs 2016

Sen misin ilacımmm..na na na na naaaa, Ben kalbinde bi kiracı :)

Eveeet, dizi izleyip, üstüne yorum yapıyorum.... Yine olsa yine yaparım :) Sırf Kiralık Aşk izledim diye bağzı arkadaşlar yüzünden eshefle kınansam da biliyorum ki benim gibi milyonlarca insan, ailecek severek beğenerek, hatta gözlerinde kalp olan emojiye dönüşerek  cuma gecelerini  geçiriyor.....Şimdi öncelikle yorumlardan önce ısınmak için sizi şööyle bir alayım....Na na na naaaa... :p


Öncelikle konuya değinecek olursam, dizi Türk milletince aşikar olduğumuz klasik bir fakir kız zengin oğlan edebiyatı ile başlıyor. Kızın mal abisi tefecilere borç yapar, kız da onu kurtarmak için zengin olan adamı kendine aşık etme görevi ile fettan yenge tarafından kiralanır... ve inanmazsınız gençler gerçekten birbirlerine aşık olur.....(valla bak)  Peki böylesine klişe bir yaz dizisi neden tuttu derseniz bu yazıda bunu elimden geldiğince, dilim döndüğünce size karakter analizleri ile açıklamaya çalışacağım.....

1. Sinyor Ömer İplikçi
Barış Arduç ve sixpackleri, adonisleri desem.... Şaka bir yana Ömer İplikçi karakteri her Türk kızının aşık olacağı, uğruna kendini boğaz köprüsüne zincirleyeceği cinsten. Bu dizinin başında "Bu dizideki tüm karakterler 'Especially, Ömer İplikçi' tamamen hayal ürünüdür. Gerçek kişi ve kurumlarla ilgi ve alakası yoktur!!" uyarısı yapmaları lazım. Yoksa bir an gerçekten böylesine derin erkeklerin olabileceğine bir an, (sadece bi an!) inanabiliriz. (Sakın birşey söyleme, yoksa inanırım....)

Barış Arduç demişken Gupse Özay ile ilişkisine değinmeden geçemeyeceğim, ama keşke geçebilsem... Neyse, Allah mutlu mesut etsin ne diyim yani diyerek kapatıyorum.... (Kıskanç emoji)

Neyse diziye dönecek olursak, Ömer aslında içine kapanık, son derece cool, az konuşan, çok okuyan, sanattan, yemekten, şaraptan, ayakkabıdan, yani her bi halttan anlayan, insanları kırmak pahasına da olsa doğruyu söyleyen, buz şelalesinin teki.... Şimdi diziyi izlemeyen, böyle bir adama nasıl olup da kızların ayılıp, bayıldığını merak edebilir. İşte o noktada Defne effect denilen birşey gözümüze sokuluyor.. Normal hayatta son derece sert, disiplinli ve cool olan Ömer İplikçi, aşık olduğu kadın yanında yeri gelince şımarıp çocuklaşırken, duvarlarını sadece onunla olduğu anlarda indirebiliyor. Bu noktada da kızımız, kendisinin onun gözünde ne kadar önemli olduğunu düşünüp gün geçtikçe daha daha aşık oluyor ve kendisinden vazgeçemiyor. Bazı insanlar onu Grinin Elli Tonu'ndaki Christian Grey'e benzetse de bence alakası yok. Sadece Ömer İplikçi sevdiği kadını istediğini çok net belirten, gözleriyle konuşabilen... daha fazla yazmamayacağımmm.... :) (Burada yazarın aklına Ömer'in Defne'ye kopya verdiği sahne aklına gelir....)
Kısacası bu adam, insanlara bakmasını biliyor. Yani gerçekten o kömüş gözleri ile bir bakışı var ki.... Bülent Ersoy'a hak vermemek elde değil. "Bir bakışı var An-la-ta-maaaaam" Etkileyici bakışlara sportmen kişiliği dolayısı ile eklenmiş, pardon yunan heykelleri gibi yontulmuş,  vücudunu da ekleyincee.... Ayyyh alev aldı hep buralar :))) (by Defne)
Ben bu adamı ilk Bugünün Saraylısı'nda görüp, kenara yazmıştım ama pik vermesi Kiralık Aşk ile oldu.... Kendisini daha da çok televizyonlarda görmek isteriz... (Evet seviye orta son....)
Bu arada geçen bir arkadaşımın bana aşağıdaki caps'i de  "Bu adam sana lisede yazsaydı, 'Parasını vereyim git çay iç' derdin kesin" yorumu ile watsup dan yolladı..... Ben de buradan tüm hemcinslerime sesleniyorum.... bağzı erkekler harbiden evrim geçirebiliyor, aman dikkat!! Sonra kendinizi eskiden peşinizden koşan adamların facebook'dan aile fotoğraflarını layklarken, bir yandan da saçınızı başınızı yolarken bulursunuz, benim gibi.... Neyse... Benden selammm söyleyin bütün aşklarıma....


2. Defne Topal
Son günlerde reklamlarda görmekten yüzünü eskitir mi diye düşünülen, bıcır bıcır, kızıl saçlı, mermer tenli Elçin Sangu'nun hayat verdiği Defne karakteri ile ilgili yazılacak çok sözüm, edilecek çok küfürüm var.... Oysa ki yazın her şey ne de güzel başlamıştı.... Kesin senaristler, makyözler, setin ışıkçısı, kıyafetçisi falan kıskançlıktan el birliği ile Defne karakterini yerden yere çarpmaya karar vermişler. Bi insan bu kadar mı çirkinleştirilir senaryo icabı anlamadım, bir de başrol oyuncusuna yapılır mı bu?? Yazın başında nasıl Ömer karakteri bize ideal erkek olarak sunulmuşsa, Defne karakteri de ideal kadın figürü idi. Güzel, işveli, edalı, sosyal, komik, yer yer sevimli, kıskanç ve utangaç halleri ile Defne kendine yazsa istemem diyecek Türk erkeği tanımıyorum. Amma velakin, şu para olayı, insanların kızın üzerine gelmesi ve kızı çıkmazlara sokmaları sonucunda Defne'de maalesef her kızın içindeki kezbanı çıkardı. Ruhuna el fatihaa....Dizi ilerledikçe Defne de hıncını, sinirini sevdiğinden çıkarma gibi mallıklar yapmaya, trip atmaya başladı. Bu kezban tavırlar, Red Sonja'mız, Rus görünümlü Türk kızımız Defne'ye hiç yakışmadı... e haliyle de Ömer İplikçi'ye yer yer fenalıklar getirttirdi..... 
Bir de Elçin Sangu ile Barış Arduç ikilisinin birbirine yakıştırılmasından dolayı, sevgilisinin kıskandığı yorumları var, ki bence adam kıskansa da haklı yani.... Bu söylentiler gerçek midir nedir bilinmez ama Elçin Sangu'nun dizinin ilk başlarındaki kadar rahat davranmadığı aşikar. Önceleri Ömer'e bakarken resmen eridiğini ekrandan bizlere hissettiren kadın gitmiş, resmen göz göze gelmekten çekinen bir kadın gelmiş gibi. Eğer gerçekten kıskançlık sebebi ile bu kadın bu şekilde oyunculuğunu kısıtlıyorsa, daha da bir şey demiyorum....Evladım güzelliğine yazık valla (komşu teyze modu). Ama şaka bir yana, Ömer'in kavruk esmer teni, siyah saçları ile Defnenin süt beyaz teni ve kızıl saçları ekranda yarattığı kontrasttan mıdır nedir, pek bir yakışıyorlar yahu....Yani onların yerinde olsam bunca insan bir şey biliyor herhalde bir denesek mi ki, kıpsss ;) diye şakayla karışık bir göz kırpardım hani... (Yapamadı!!) Zaten Ömer ile Defne'nin göz kırpmaları, imalı imalı bakışmaları, içten içe birbirlerine verdiği sübminal mesajlarla dolu dizide arada kaynar giderdiniz. Günün birinde pişman olsanız veya sevgilileriniz tarafından yakalansanız bile, 'hayatım o rol icabı, biz orada prova şeyettiysek demek ki...' şeklinde güzel kıvırma olasılığınız var. Bence bi birbirinizi düşünün ;)


3. Sinan
Sinan benim gözümde tam bir şapşik lise bebesi.... Hani böyle herkese yazan, göz kırpmayı böyle bir rutin fiziksel aktivite haline getiren ama neşeli, hayat dolu, üniversitede iyi bir bölüm kazanması ile, sempatikliği ile kızların ilgisini üstüne çeken, sınav zamanı notları istediğinde aval aval tüm kızların  'tabi canım, al bunlar fotokopilerin' dediği, bu ilgi sayesinde bir iki seneye kalmadan piç olması muhtemel popüler ve yakışıklı lise bebesi işte.... Dizinin başında önce Yasemin'e, sonra Defne'ye, ardından Sude'ye, yer yer önüne gelen menajer/sekreter/garson...vs kızlara ve sonra tekrar Yasemin'e saran bir arkadaş kendisi. Ama o kadar şapşik ve o kadar tatlı bir insan ki Defne bile dizinin ilk bölümlerinde kendinden hoşlanıyordu. Ayrıca Sinan'ı oynayan Salih Bademci'nin mimik yapma rekoru falan var bence. Adam her duruma, her koşula uygun bir yüz ifadesi bürünüp, mimikleri ile gönlümüzü kazanıyor. Kendisi okuldan mezun olduğunda, her Türk annesinin beğendiği komşunun bilmem nerede çalışan zeki oğlu da olabilir bence, komik şey seni....

4. Yasemin (Sinsirella)
Yasemin de dizide son derece aktif bir aşk hayatı olan ablamız. Dizinin başında kendisi Ömer'e yazdı ve ne zarflar attı... Ama Ömer İplikçi bunları yemedi tabi, sonra o da direkt vazgeçip yeni aşklara yol açtı. Önce şöförü ve Defne'nin kankası olan İso ile aşk yaşadı. Ama sonra egosu yüzünden çocuğu kırdı ve İso tarafından terk edildi. Kendisi başta dark side'da olsa da İso, bu kadının hayatını değiştirmek, sosyal statünün önemsiz olduğunu göstermek ve kadının içindeki iyiliği keşfetmesi için gönderilmiş biriymişçesine Yasemin ile bir ilişki yaşadı, ve kadını ehlileştirdi... Misyonunu tamamlayınca da hayatından çıktı gitti.... Bugünlerde ise Sinan ile aşk yaşamakta olan Yasemin'in, Sinan ile aralarındaki sexual tension, resmen Ömer ile Defne'ye meydan okuyor. Ama ergen muhabbeti yapmasalar çok daha iyi olur valla.... Bi bölümde asansörde Sinanla saatlerini değiştiler de kollarını koklayıp gaza geldiler. Ben bile (!) bu sahnede gülmekten yerlere yattım.... 
Aslında düşündüm de dizinin başrol oyuncularından biri de şirketteki asansör :)) En önemli konular asansörde konuşulur, sevgililer asansörde birbirlerini görmek için fırsat kollar, bi milyon metrekare evinde yanlız yaşayan ve bizlere son derece sağlıklı bir birey olarak lanse edilen Ömer bile Defne'yi kıstırmak için asansörün kapısının kapanmasını bekler. Hayır anlamıyorum, senaristin gerçekleştiremediği bir asansör fantezisi falan mı var nedir??


5. Korişşşş (Koray Sargın)
Bu dizideki yer yer en mal, yer yer en tatlı karakter olan Koray ile de senaristin inişli çıkışlı bir didişmeleri olduğunu düşünüyorum. Bazen öyle mal replikler yazıyorlar ki 3 yaşındaki kuzeniniz televizyonu izlese, bu ne be diyip, kanalı değiştirip Pokemon falan izler Koray'ın olduğu sahneler yerine. Ama bazen de baya baya yardırıp, insanı hiç ummadığı anda güldürebiliyor bu Korişşş :) Kendisi şirketin fotoğrafçısı ve unuttuğu gibi %2'lik hissesi ile şirketin küçük ortağı. Ama yalan değil senin gibi bir kankam olsa, beraber bayılıncaya kadar yemek yiyip, gıybetin dibine vurup, onu bunu aşağılayıp, sonracığıma birbirimizi pohpohlardık.... ne güzel olurdu değğğ mi memoli :)

6. Neriman İplikçi (Nöro)
Koray ile birlikte kendine yazılan repliklerle gündüz kuşağında çocuk programı yapsalar valla tutar. Ama kendisinin 'Kadınlar rujlarını bozan erkeklerle birlikte olmalıdırlar, maskaralarını değil' repliğini unutup, kendisine haksızlık etmek de istemiyorum. Sonuçta Firidevs Yöreoğlu vardı da biz mi dinlemedik....Neyse, Defne&Ömer ilişkisinin mimarı olduğu için de kendisine en kısa sürede bir olgunluk çökmesi ile daha çok fitne fesat karıştıracağı, bol entrikalı senaryolar diliyorum....



7. Sude İplikçi
Dizinin sevimsizi!! Bu yorum yeter de artar bile sana Suğğde, azalarak bitmen dileklerimle....
Bi daha 'Beni niye sevmiyoğğğ??' diye ayaklarını vura vura ağlarsan o çemçük ağzına kürekle vurmakla kalmam, seni 4 yaşındaki çocuklarla birlikte takılman için yakınlardaki oyun parkına gönderirim. Net!!

8. İz
İz diye isim mi olur lannnn.....:))) Ana babalar neler ediyor bu tüyü bitmemiş çocuklara. Neyse,  hoş hatundu Leyla Lydia Turgutlu, zaten kendisini güzellik yarışmasında derece aldığı günden beri beğenirdim. Aslında bu kızdan çok daha güzel insanlar, oyucular ve mankenler var ama bu kadında garip bir çekicilik yani ne biliym bişey var. Çok hoş bakıyor, Salih Bademci gibi.... Kendisi dizide enerjisi yüksek, yer yer çılgın ama her daim elegan, aşık ama gururlu bir kadındı. Ömer'e olan aşkından tek lafı ile İtalya'daki hayatını bırakıp Türkiye'ye döndüğü gibi, Ömer'in Defne ile arasında olanın gelip geçici bir şey olmadığını fark ettiği anda son derece zarif bir şekilde hayatlarından çekip gitti. Paralel evrende çok mutlu olmasını diliyorum... Onunla ilgili aklıma gelen ilk sahne ise slow motion bir şekilde Ömer ile Defne'nin senkronize bir biçimde çalışılırken, onların uyumunu görmesi ve 'Bu ne  böyle, karı-koca gibi' demesi. Hakikaten o sahne güzeldi yani.... Böyle küçük ayrıntıları  bizlere de fark ettiren bir dizi olduğu için Kiralık Aşk tuttu belki de.



9.Necmi İplikçi
Neriman'ın kocası... Bir insan yazın karısı ile evde takılırken başka, şirkette işe başlayınca başka olabilir miymiş...evet olabilirmiş... Kendisi bence bipolar.... Zavallım Neriman ile Koray'ın yanında saçmalamalarından, Sude gibi obsesif bir kız ve conrol freak bir baba ile uğraşmaktan 50'sinden sonra karakter kayması yaşadı. Ya da senaristler, başta adama nasıl bir karakter yazdığını unuttu....Bence ikincisi!!

10.Serdar
Bu adama ne demeli, yavşağın önde gideni.... Kardeşin senin yüzünden ne hallere düşmüş,vicdan azabı yapıp, karı gibi ağlamaklı bakacağına, Ömer ile viski içerken ajitasyon yapacağına, al adamı konuş böyle böyle diye.... 'Ben bi halt ettim, bu kız benim yüzümden böyle bir halt yedi, ondan dengesiz davranıyor, gel-gitler yaşıyor' diye açıkla  da hepimiz kurtulalım. Zavallı kız kurudu kaldı, bizim de içimiz şişti.


11.Nihan
Serdar'ın karısı, Defne'nin kankası....Kenafir gözlü, cin gibi saftirik bi kız. Evet hem cin gibi hem de saftirik aynı anda ikisini birden o bünye nasıl kaldırıyor bilmiyorum ama çimen yeşili cin bakan gözlerini seviyorum bu kızın. Başta İso bu kıza yazdığında, adam gibi adam İso yerine tipsiz Serdar'ı seçtiğine eminim ki bin pişman oldun Nihan'cım. Adam 18 bölüm kafasından beresinin çıkarmadı be kızım, kokar o adam!! Zaten son zamanlarda Ömer'e bakıp bakıp, iç çekiyor, hatta bazen bunu sesli de dile getiriyor. Bence dizide Ömer ile Nihan, Bir Aşk-ı Memnu paraleline geçip yasak aşk yaşasalar hiç de fena entrika olmaz hani., hadi be Meriç Acemi, bi el at şu mevzuya....olmadı Ece Yörenç-Melek Gençoğlu ikilisinden bir dost eli uzattıralım da iki tutam entrika ile dizi şenlensin. Zaten hamile oldu iyice çirkefleşti, ondan bu kıza bi ayar çekip, Türk millerine yeniden sevdirmeniz lazım yani.

12. Hulusi Dede
Aslında üçüncül öneme sahip olduğu izlenimi verilse de bu adam her şeyin müsebbibi. Ömer'in annesini yıllar önce istemeyip, ileri geri konuştuğunda Ömer 'Dede sen adam değilsin haa!!' diye resti çekip gidiyor. Hiçbir şekilde ailesinin parasına el sürmeden, ayakkabıcıda kalfalıktan başlayarak Passionist'in patronluğuna yükseliyor. Hulusi Dede'de yıllar içinde pişman olup, Ömer'i evermeleri karşılığında Neriman-Necmi çiftine Köşk'ü vereceğini aksi taktirde onları ortada bırakacağını söyleyerek tehdit ediyor. Eee dolayısı ile Neriman ve Necmi de Defne'yi aşk oyununa ikna ediyorlar ve olaylar başlıyor.....
Neyse ki Eymen, bu adamla tavla oynarkan 3-5 laf sokuşturdu da, adam ne haltlar yediğinin farkına vardı. Böylece yumuşayarak, koşulsuz şartsız köşkün anahtarını Neriman'a sundu. Bu Eymen'in rolü de diziye girip, Sude'yi ve Hulusi'yi ehlileştirmekti kanımca, sonra birden diziden buharlaşıp gitti. Hayır bari nereye gittiğini söyleseler. Çocuk asistandı herhalde bi burs veya post-doc pozisyonu falan bulup, yurt dışına gitti...
Bu arada senaryoda bir başka tutarsızlık....Öyle asistan olmaz sevgili senarist ve kostüm designer kardeşlerimm...Hiç mi üniversite görmediniz, hiç mi bir araştırma görevlisi ile muhatap olmadınız. Erkek asistanların tamamına yakını nerd, iki lafı bir araya getiremeyen, özel sektöre atılmaktan çekinen, kemik gözlük, ekose gömlek, kahverengi kolu deri yamalı tüvit ceket ile dağ ayakkabısı şeklinde iğrenç bir kombinle ortada dolanan tiplerdir. Bu adam ise, böyle zaman zaman kaykaya binen, basketbol oynayan, yakışıklı, diksiyonu düzgün, piç ve aynı zamanda efendi adamdı.  Lütfen senaryoya gerçek dışı öğeler ekleyip, inandırıcılığınızı yitirmeyin.

13. Anane Türkan
Az yelloz değil bu kadında, kaçınızın ananesi Hulusi dede gelecek diye yanaklarına allık sürer ki?? Türkan sürer. Az biraz torunun Defne senden feyz alsaydı zaten Ömer ile 2. bölümde evlenmiş, 8. bölmümde ayrılmış, 40. bölümde 5. kocasını tavlamaya çalışıyor olurdu o güzellikle. Bi de dediklerine göre Türkan teyzemiz mutfakta da iyiymiş hani.... (Sokakta hanımefendi, mutfakta aşçı hesabı....)


14. Kızkardeş Esra
Tam bi ergen, geleceğin 'Ama hocam 1 puanı nereden kırdınız' şeklinde çıkışacak çokbilmiş küçük velet. Defne, Esra ve Serdar'ın aynı genleri taşıdığı konusu da kafamdaki bir başka deli soru ayrıca. Hem biri beyaz siyah saçlı, biri esmer kara kavruk diğeri kızıl!! Nasıl kardeş bunlar ulan, karakterleri desen bir tane ortak nokta bulanı alnından öpeceğim. Defne ne kadar safoz ise bu Esra'da o denli bilmiş. Bu kız bi 7-8 yaş büyük olsa Ömer'i Defne'ye bırakmazdı valla. Rosalinda'daki Fedra gibi Fernando Jose'yi kafalar, Defne'yi akıl hastanesinde ölüme terk ederdi. Eğer ki Türk dizilerinin olmazsa olmazı zaman atlaması yaşanırsa, senaristlerin bu kıza çok bomba şeyler yazacağına da kalıbımı basarım.

15. İsmail
Adamın dibi.... Net.
Adam sevdiği kızı, işyerini, arabasını... varını yoğunu Topal ailesine devretti, böyle mallık olmaz İso be, ama kankam olursan da ben seni pamuklara sarar sarmalarım....

16. Derya
Saçı başı yolunmalık, varoş, dedikoducu sekreter kız işte....

17. Mine
Nerimana her bölüm rezene çayı demleyerek bölüm başı para alan işlevsiz yan oyuncu, evin cin hizmetçisi.

18. Şirkette çalışan IT'ci çocuklar;
Vedat gitti derken yerine adını bile öğrenmediğim gereksiz biri geldi, böyle papyonla falan dolaşıyor. Hem ayakkabı şirketinin ne işin olur bu kadar IT ile, sanırsın ki Aselsan, Roketsan, Havelsan sonracığıma Oracle, Google, Microsoft..... Anca Ömer'in Defne'ye toplantı ortasında 'Mor da yakışmış' mesajını atabileceği, önceden komut verilen SMS sistemi yazılımı yazmaktan başka bir işlevi yok bence bunların. Sonra efendim çalışanlar print alamadıklarında, 2 kabloyu birleştirip monitörü bağlayamadıklarında falan IT'cileri çağırınca gururlarına dokunuyor. Ama yine de dışarıdan bir şirkete böyle IT gerektiren işleri para ile yaptırmak olmaz, çünkü sen Passionist'sin büyük düşün, ileride 3-D printer ile ayakkabıyı direkt monitörden masaya koyacak yazılım sizlerin eseri olacak IT'ci çocuk... Yes u can!! Artı dizide partiler olsun, işyeri olsun kalabalık ortam lazım ki inandırıcılık artın....Bi de neden tüm IT'cileri bir abazan, hayatında kız yüzü görmemiş tipler yazıyorsunuz anlamadım. Sonuçta bu adam erkek başına 0.00003 g kız düşen fakülteden mezun olmuş, aldığı diploma ile plaza da iş bulmuş ve metrekareye 95 tane mini etekli kız düşen bir yerde çalışıyor yani. O yüzden çok da abartmasak....

19. Fikret Gallo
Ünlü modacı ama bildiğin Ayşe...Ayşe dersin yani... Bizim safoz Defne iş için odasına gelen, 2 dk konuştuğu kadını akşam kurufasülye yemeğe evine çağırır, 2 gün sonra hayatının sırrını açıklar, 5 gün sonra yüklü mikarda borç alırsa, Gallo da 'Bu kız da malmış yahu diyip,  eee ben de Ömer'i alayım bari' diye istemem yan cebime koy'culuk yapar yani.... Neyse Ömer açıkça ve mümkün olan en zarif biçimde kadını reddetti de, New York'a tek gidiş uçak biletini alıp gitti.... 'Elinde bilet, New York istikamet, güle güle sana Gallo Fikret, Gallo Fikret, oooo, oooo' diye tezahurat eden Defne'ye giderken 90'dan öyle bir gol çaktı ki bu Gallo, yani Defne'nin salaklığına müstehaktır dedik yani... (Bence kesin senarist Elçin Sangu'yu kıskanıyor, kesin bilgi yayalımmm) Bu arada bi ara İso ile Gallo olur mu ki diye düşünmedim değil, ama İso'cuğumuz o ölü balık bakışlı Gallo'dan çok daha iyilerine layık valla.

20. Feryal
Ömer'e hasta moda ikonu, editör...falan filan 20 bölümde bir diziye girer, arada lafı geçer, bi anda en önemli konuma gelir... ama o dizide bir it-girl'dür Feryal....'Feryalll diyosunn!!' (deyişin hala kulaklarımda Ömer İplikçi....)


21. Doktor Selim
Aşk doktoru, sucunun oğlu, Defne'nin ilk aşk'ı.... Ömer'in belalısı....Sevmiştik biz bu karakteri, hem nihayet Ömer Defne'yi kıskanınca, biz de kıskanılmış sayılmıştık da ondan bi sevindirik olmuştuk hani....

22. Eymen
Hulusi Dede başlığında yazdığımız asistan, Neriman'ın değimiyle Kiralık Aşk: Volume 2...:) O değil de bu Neriman kiralık aşk niyetine iyi kısmetler bulmuyor da değil, yani matching olayını iyi döndürüyor. Üzerine de para veriyor.... Acaba muhtelif semtlerde şube açsa da evde kalmışlara umut ışığı mı olsa ki...

23. Deniz Tranba
Dikkat ederseniz şirkette çalışan IT'ci çocuklar, evdeki hizmetçi falan bile bu karakterden daha önce aklıma geldi. Kendisinin Sude'yi de alarak başka bir diziye transfer olmasını diliyorum.

24. Şirketteki tasarımcı ekip
Bi Zeynep'i tanırız ekrandan, herhalde en popisi yüksek olanı o... Bu zavallım az Defne ile Ömer arasında kalmadı. Bu arada bu tasarımcı ekip 5 bölümde bir Ömer'e 'Siz bir dahisiniz, muhteşemsiniz, idolümsünüz....' gibilerinden yağ çekmezlerse bi tarafları şişer, o kadar yani....

25. Şükrü Abi
Onu bilerek sona sakladım. Şükrü abi gibi adamları bu memlekete görünce vallahi geleceğe dair umutlarım artıyor. Kendisini daha çok sahalarda görmek isteriz. Ama Ömerciğim... bi kere Şükrü Abi'yi payladın yaa, resmen ekrandan benim içim cızz etti yaa... bundan sonra Şükrü Abi konusunda daha hassas olursan canımcımmm...

Karakter tahlillerinden sonra değinmek istediğim bir başka konu da dizinin süper ötesi müzik seçimleri... Her bölüme cuk oluran şarkıları bölüm içine öyle güzel serpiştiriyorlar ki....Bunlardan en beğendiklerim şu şekilde:

Demet Evgar-Farketmeden
Güliz Ayla-Olmazsan Olmaz
Model-Mey
Mehmet Güreli-Kimse Bilmez
Mor ve ötesi-Bir Derdim Var
Sezen Aksu-Biliyorsun
Nilüfer-Hayko Cepkin- Aşk Kitabı
Özdemir Erdoğan-Canım Seninle Olmak İstiyor
Deniz Seki-Aşk
Mazhar Alanson-Yandım Yandım
Candan Erçetin-Aşk
Gülay-Mucize
Aydilge-Aşk Lazım
Gripin-Muhtemel Aşk....ve niceleri

Artık bu şarkıları her duyduğumda istemsiz olarak bölümde ilgili sahneleri hatırlıyorum. o kadar cuk oturttular çünkü, bu nedenle her kim bu şarkı tercihlerini yapıyorsa hakikaten tebrik ediyorum....

Konuyu bağlayacak olursak Kiralık Aşk, asıl konusu, senelerdir 89 farklı senaryo ve binlerce oyuncu tarafından defalarca işlenen bir konuda bir TV dizisi.. Asıl konunun üzerine biraz sexual tension serpiştirilip, seyirciye yaz dizisi olarak sunularak yayın hayatına başlamış ve 40 bölümü böylelikle devirmiş bir dizi.. o yüzden çok da şeyetmeyinnn yani.....Denk gelip izlerseniz, o bölüm de iyi replikler de yazılmışsa, izlerken güzel vakit geçirebilirsiniz. 

Bu arada sexual tension  demişken 'Aslında abaza olmasak, Türk milleti olarak çok iyiyiz yeeaa' diyen arkadaşıma sesleniyorum.... Adamlar bu dizide RTÜK'den ceza alırız korkusuyla öpüşmeden sevişme sahnesi çekmişler ve internete özel final sahnesi diye youtube'a yüklemişler. Şu gün itibari ile baktım 5 milyondan fazla kişi sadece o linkten izlemiş. Bi o kadarının  kanalın websayfasından izlendiğini ve en az bir o kadarının da başkaları tarafından farklı sitelerden tıklandığını düşünürsek.... tehlikenin farkında mıyız?? Hayır shameless falan çekilse Türkiye'de demek ki yer yerinden oynayacak, iç savaş falan çıkacak yani.... 

Her neyse.... kısacası Kiralık Aşk benim için arka planda çalarken izlediğim bir dizi sonuçta.. Zaman zaman sıkılıp kapatsam da çoğunlukla açıp izliyorum vakit geçirmek için.... Yoksa 2 saatinizi yiyecek çok daha kaliteli filmler vardır eminim, ama yazın başlayan o enerjik, sıcakkanlı, komik, çerez dizimizi seviyorum....Yoksa ben hep belgesel izlerim yani yanlış anlamayın:))))

Bu arada, unutmadan.... Aşk iyileştirir, aşk bekletir, işte bu yüzden aşk mucizenin ta kendisidir!!
Bitha