19 Ocak 2016

Gecenin Kraliçesi: Aşk-ı Memnu strikes back

Bu yazıyı yazmaya nasıl karar verdim ben de bilmiyorum. Şuan kendimi "Arif'in Manchester'a attığı golü"ararken çok başka yerlere hatta bilinen evrenin sınırlarına gelmiş birisi gibi hissediyorum. Ben bugün güya gurbet ellerde birinci haftamı doldurmamın şerefine burada bulunmamı sağlayan, genç dimağlara da yol gösterebilecek bursum hakkında yazı yazacaktım. Neyse efendim, bütün gün maruz kaldığım dünyanın en kaba dilleri sıralamasında ilk üçü zorlayan Hollandacayı bir nebze de olsa unutmak için, Türkçe bir şeyler duymak amacıyla bilgisayardan starı açtım ve Gecenin Kraliçesi denilen dizimsi şeyin ikinci bölümüne denk geldim. İlk bölümüne daha önce şans vermiş biri olarak ikinci bölümün hepsini sanki bana bağlama büyüsü yapmışlar gibi izledim. Gerçi izlemek istemeseniz de bir süre sonra mecbur kalıyorsunuz zira star şuan ayrılmak istemeyen sevgili gibi...Ölümüne bu diziyi ve tekrarlarını yayınlıyor, dizi biraz önce bitmesine rağmen sonsuz bir döngüye girmişçesine "birazdan gecenin kraliçesi yeni bölüm" dedi, kulaklarımla duydum. Ben de henüz yol yakınken bari siz dönebilin diye bu yazıyı yazarken buldum kendimi. 
Şuan anladım ki geçen hafta yazdığım "Payitaht Oyunları: Muhteşem Yüzyıl Kösem" yazısı ile o diziye ne büyük haksızlık etmişim ya Rab...Ellerim kırılsaydı da bu faciayı görmeden onu yazmasaydım. Gecenin Kraliçesi -ne salak bir isim bağlayamadılar zaten adam akıllı- öyle bir facia ve hayal kırıklığı ki kelimeler kiyafetsiz...(Bir diğer olmamış dizi ismi için bakınız:"bana artık hicran de" (tamam derim, bu ne yaaa), o da tutmadı zaten). Neyse efendim, bu diziyi kurtarmaya Murat Yıldırım'ın o güzel hatrı bile yetmiyor, yetmeyecek (o da Burçin'den boşanmış ne güzel yakışıyorlardı halbuki. ama Burçin şimdi Poyraz Karayel'de ki Poyraz Karayel ile birlikte onunla da çok yakışıyor demek ki Burçin herkesin yanına yakışıyor alkslşajdlajdlajs, dizi yüzünden beynim yandı)


Çok hızlıca konuya göz atalım bakalım konuyu yazana kadar sağlam beynim hücrem kalacak mı? Kartal (Murat Yıldırım) bir iş seyahati için arkadaşı Emre ile Fransa'ya gider. Emre'nin klasik "abi burada kızlar teklif ediyormuş" zevzekliğinin aksine "işimdeyim gücümdeyim" modundadır. Dizilerin olmazsa olmazı milyon dolarlık anlaşmayı bağlayıp biran önce dönmek istemektedir. Neyse işte bu Kartal yarı Fransız yarı Türk Selin'i (Meryem Uzerli) görür ve çarpılır. Bir şekilde tanışılır, kaynaşılır, gece birlikte serada sevişilerek geçirilir (aman ne yaratıcısınız,CcCBihterReyizCcC), sabahına güneşin doğuşu izlenir, kumlarda yuvarlanılır, çocuklar gibi şen denize koşulur, yine öpüşülür koklaşılır (rtük falan dinlememiş dayanmışlar aşk meşk sahnelerine) vs derken yollar ayrılır ama iletişimde kalınır. 


Biraz da detaylara bakalım. Kartal işinde oldukça başarılıdır, geçmişi zorluklarla geçmiştir (geçmese şaşarım), hatta yetim büyümüştür. Kendisini nasıl olduğunu henüz bilmediğimiz bir şekilde dizinin diğer jönü Aziz Alkan (Uğur Polat) büyütmüş, adam etmiş ve şirketin başına geçirmiştir. Aziz'in Mert adında sürekli iteklediği alkol bağımlısı bir oğlu, bence Selin'e bin basan, seksi ve tarz fakat Kartal'ın aşkından histeriye bağlamış deli bir kızı (dizideki adı Esra), gerçek hayatta Seda Akman olan entrika yaratmak için doğmuş, kapı dinlemekten beslenen bir kardeşi ve onun eşinden oluşan bir tımarhanesi vardır. Yani buradan da anlayacağınız gibi Kartal, Aziz'in kızıyla evli. Bir şekilde Selin'in aşkı galip gelir ve Kartal olanı biteni Esra'ya anlatır (Murat Yıldırım'dan da bu beklenir zaten, kalps <3), sinir krizleri geçirilir ve Esra delisi içinde bulundukları arabayı tam gaz ağaca sürer. Sonra gelişen olaylardan şunu anlıyoruz. Kartal aslında Esra ile Aziz'e olan vefa borcunu ödemek için evlenmiş ve bu kadın her olayda kendini öldürmeye kalktığından bir yere kıpırdayamıyor. Hadi buraları da yedik. Kartal bundan kurtuluş olmayacağını anlayınca Selin'i geri püskürtmek için "tek gecelikti bitti, sende ne kezo çıktın amma büyüttün sen yoluna ben yoluma der". Selo ağlar zırlar ve dört yıl sonra...Nolmuş bilin bakalım? Tabi ki bu tek gecelik ilişkiden Selo'nun çocuğu olmuş. Allahım ya sen evli barklı adamsın korunmadınız mı? Hadi korunmadınız hemen ilk seferde bir tek bizim dizilerdekiler hamile kalıyor bence, İsviçreli bilim adamları araştırsalar da dünyaya bir faydamız dokunsa. Selin bir gün oğlunu alıp (oğlunun adı da Osman, Kösem'de de doğacak ilk şehzadeye Sultan Ahmetciğim Osman adını koyacak, bu da mı tesadüf ateistler açıklasın) Türkiye'ye babasının izini sürmeye Karadeniz'e gelir. Bir şekilde Aziz ile tanışır, söylemeye gerek bile yok Aziz Selo'ya vurulur. İstanbul'a gidilir, aile ile tanışılır ve ta ta ta taaaam Kartal karşısındadır...Selo bu şansla loto oynasa 6 tutturur yeminle...


Allahım yazarken bile içim şişti ya. Sırf Meryem'in olmayan Türkçesine kılıf bulmak için dünya para döküp hikayeyi Fransa'dan başlatan aklı kıt senariste buradan sevgilerimi gönderiyorum. Meryem'e Türkçe dersi aldırıp daha elle tutulur bir senaryo yazsanız daha ucuza gelirdi. Bu kadında Türkçe hariç her dili gayet güzel konuşuyor maşallah. Valla bundan sonra İvana Sert Türkçesiyle dalga geçmeyeceğim. Hadi o kadın Sırbistan'da doğdu buraya gelene kadar Türkçe bilmiyordu. Peki, Meryem'e ne demeli senin bir tarafın Türk, her şeyi geç Almanya'da büyümüşsün, orada Alman'dan çok Türk olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu nasıl Türkçe? Ayrıca, Meryem'in yeni saç rengine ne demeli. Oriel'i fazla kaçırmış mahalle berberi boyası gibi resmen ya. Rengi tanımlayamıyorum bile belki mon ami pastel boyalarındaki (iki katlı olanlarda) turuncu sarı vardı bir tane o olabilir. 

Buradan sonrası artık tamamen benim iç dünyamda diziye bir yer bulmaya çalışıp bıulamayışım. Kartal da Aziz de sadece bir kere gördükleri Selin'e nasıl bu kadar tutulabilirler? Kartal serada sadece bir kere aşkı memnuculuk oynadığı, birlikte hiçbir anısının olmadığı, -dönüp dönüp aynı gene aynı flaşbacklerine dönüyoruz- birisi için nasıl böyle hiçbir şeyi görmez olur?. Hadi o bir derece belki ten çekiyordur diyelim :), Aziz'e ne demeli? Adam düştü uyandı bunu gördü kafasına buz koydular çoktan sırılsıklam aşık olmuştu bile...Kaç yaşında iş güç sahibi adam, nasıl bir kere gördüğü kadın için gemileri bu kadar yakmaya hazır olabilir de tutar kadını eve getirir? Hadi Kartal Selin'i Aziz'in kolunda gördü böyle bir şey nasıl saklı kalır? Kartal'ın karısı daha ilk görüşme de Selin'e "biliyor musun Kartal 4 sene önce başkasına aşık oldu, bende arabayı ağaca sürdüm bla bla" diye nasıl bu kadar kolay dökülebilir? Kartal'ın eşi sırf adamı elinde tutabilmek için akşamları eve bile gelmeyen bir adama sevimlilik yapıp portakal suyu sıkmaya nasıl devam edebilir? Tüm bunları geçtim Selin nasıl hemen Aziz'in yürümelerine sorgusuz sualsiz atlayabilir. Bundan sonra ancak peki babam bu kadar güzel pasta yapmayı nasıl öğrendi diye devam edebilirim zira saçmalıklar bitmiyor. Bir de üstüne üstlük bu dizi 165 dakika falan sürüyor. Ama Allah'ı var slow motion tekniği dışında başka bir şey bilmeyen yönetmen sayesinde senaristin bir şey yapmasına gerek kalmamış, 3 mekan için herkese 5'er cümleden Meryem'e de 3,5 cümleden 1 sayfa bir şey yazmış, ellerine vermiş. Sonra ver arka plana Fransa'yı, serayı, Enya-Only Time'ı (böyle bir şarkı olduğunu bile unutmuşum),yalıları, yatları, katları...E dizi kendi kendini çekti zaten siz ne yapıyorsunuz...

Hayır işin kötüsü de bu gurbet ellerde ben bu diziyi izlemeye devam ederim. Kösem'den Beren'i buraya alsak, Meryem'i oraya göndersek, diziden son anda çıkan Mehmet Aslantuğ'a yalvarıp yakarsak Uğur Polat'ın yerine geçse,Uğur Polat şuan ki kardeşinin eşi olsa, şuan ki kardeşin eşi eski hadım ağalardan adını bilmediğim adam payitahta dönse, belki biraz toparlar...

Şuan tek söylenecek, Aşk-ı Memnu'dan sonra yeni bir yasak aşk hikayesine, serada halvet sahnesine, yurt dışına kaçmayı planlayıp bir türlü kaçamayan beceriksiz aşıklara, genç jönün yaşlı jöne vefa borcu nedeniyle aşkını harcamasına,tek gece de hamile kalınması klişesine, birlikte olduğu erkekten gizli saklı çocuk doğuran kadınlara, Meryem ile Murat'ın olmayan, Meryem ile Uğur Polat'ın ise hiç olmayan kimyasına ihtiyacımız yok. Tek duam; Meryem'in yeni bir tükenmişlik sendromu ile ülkemizi terk etmesi...hadi inşallah...

lydia deetz






9 Ocak 2016

Payitaht Oyunları: Muhteşem Yüzyıl Kösem

Televizyon dünyası artık öyle bir hal aldı ki, bazen reytingleri kesin tavana vuracak dediğimiz diziler hiç beklemediğimiz bir anda fetret devrine girebiliyorlar. Büyük umutlarla başlayan, hepimizin bildiği gibi Muhteşem Yüzyıl'ın devamı niteliğinde olan fakat bu sefer Osmanlı İmparatorluğu'nun -arka planda yine kadınların güç gösterisine sahne olan- bir başka karanlık dönemini anlatan Muhteşem Yüzyıl Kösem korkarım, tarihin karanlık sulara gömülmek için and içmiş...

Muhteşem Yüzyılı’ı ilk başlarda özetlerden takip etmiş, konu-oyunculuklar-senaryo yerli yerine oturunca (şaka şaka… tek sebep dizinin bağımlısı ev arkadaşına sahip olmam) gerçekten izlemeye başlamış, Meryem Uzerli’nin tükenmişlik sendromunu hayatımıza sokması ve yalnızca diziyi değil ülkemizi de arkasına bile bakmadan terk etmesiyle (görün işte Türk erkeklerini) birlikte komple izlemeyi bırakmış birisi olarak, Muhteşem Yüzyıl Kösem beni gerçekten heyecanlandırdı.


İlk başlardaki görüntü kalitesi, kostümleri ve detaylara verilen önemi dikkate alındığında iyi başlamış olsa da; arka arkaya yapılan yanlışlar nedeniyle, ileride televizyon tarihimiz için kült bir seri haline gelebilecek bu yapım, belli bir dönemini ele aldığı –ki bu dönem duraklamayla sonuçlanan bir dönem- Osmanlı Devleti’nin izinden emin adımlarla gitmekte…Peki neden? Daha önce gerçekten başarılı olmuş bir yapımın devamı olan bu dizi neden hızla kan kaybediyor? Sıradan bir dünyalı ve televizyon izleyicisi olarak karakterler üzerinden benim düşüncelerim…


Sultan Ahmet: Yapılan en büyük hatalardan biri Sultan Ahmet’i oynayan beybi feysli yağuşuklu mu yağuşuklu Ekin Koç’u Sultan Süleyman’ı oynayan gök gözlü Halit Ergenç ile kıyaslamak. Her ikisinin de tahta çıkış biçimleri, yaşları ve devletin o zaman ki durumunun farklı olması ele alındığında bu kıyaslamanın ne kadar yanlış olduğu görülebilir. Bence Ekin Koç gayet iyi bir seçim. Tek sorun gerçek sultanın çok daha küçük bir yaşta tahta çıkmış olması ve haklı olarak, 14 yaşında çocuğu niye eşşek kadar adama oynattınız çığlıkları. Pardon da bu dizinin reyting alması lazım bunun ışıkçısı var, sesçisi var, bölüm başı 90bin alan Beren Saati var…Ülkece padişahın bir an önce halvet olmasını (sex sells kuralı) dört gözle türbelerde mumlar yakarak bekleyeceğimiz için biraz daha büyük bir oyuncu seçimi yerinde olmuş.Ayrıca Ekin Koç, Sultan Ahmet’in “nereye geldim ben” şaşkınlığını, bir anda üzerine yüklenen sorumluluğunu ve bunun doğuracağı sonuçların tedirginliğini çok güzel yansıtıyor. Sultan Ahmet’i kadın izleyici olarak sadece ben değil, şuan taaa Alamanyalarda olan sevdiceğim de beğenerek izliyor.  Ayrıca, irademdir sakallı daha yakışıklısın bundan sonra zinhar sakal traşı olman yasak. Dikkaaaat Sultan Ahmet Han Hazretleriiii...



Anastasia/Nasya/Mahpeyker: İtiraf ediyorum seni ilk başlarda hiç sevmedim adının ne olduğu belli olmayan sarı cüce…Dünyanın en beybi feys padişahının haremine düşmüşsün, çocuğun gözü senden başka bişey görmüyor sen sarayda salına salına artistik yapacağına, en tiz sesinle önüne gelene “ben evima gidiceğiiiiim” diye bağırıp duruyorsun. Ama itiraf etmeliyim sonradan senin de gönlün Ahmet’e kayınca gerçekten güzel bir ikili oldunuz hele ki seni Beren ile değiştirdiklerinde anladım değerini. Maalesef reyting uğruna Nasya’yı harcadılar matmazel. Ben senin yerinde olsam sarayda kaldığım süre boyunca Safiye Sultan’dan öğrendiğim “aktardan alınan zehirle arkanda iz bırakmadan istediğin kişiyi zehirleme” taktiğini kullanarak Beren Saati geldiği yere gönderirdim. Buna Timur Savcı’nın da çok memnun olacağına eminim, kıps…(sarı cüce derken iyi manada, beğeniyordum bu kızcağızı:)


Kösem Sultan: İşte burası dizinin tıkandığı, gerçekliğini yitirdiği yer. Allah’ını seven bu diziyi yazanlara akıl fikir versin. Sizin yüzünden tv tarihinin gelmiş geçmiş en önemli karakterlerinden biri gözümüzün önünde tarihin tozlu sayfalarına gömülüyor (tabi ki Bihterciğimden bahsediyorum, mıymıntı Kösem'den değil). Madem Beren’den Kösem yapacaktın niye başta o sarı cüceyi seçtin. Hadi onu seçtin neden herhangi bir zaman atlaması yapmadan şak diye sarı cüceyi bilinen evrenin sonuna gönderip, Bihter reyizi onun yerine geçirdin. Ayrıca, Beren biricik Sultan Ahmet’in yanında maalesef fazla olgun duruyor. Bu da yetmezmiş gibi kah İstanbul ağzıyla kah o iç tırmalayan yabancı şivesiyle konuşması ise tahammül sınırlarının üzerinde. Bu noktada yapılan hatalar eğer başka kısımların güçlendirilmesiyle onarılmazsa geri dönüşü olmayabilir. Aşk ve tutkunun diğer adı Bihter’i ne hale getirdiniz? Beren Saat de bu işlere yeni başlamış bir türlü karakterine giremeyen yeni yetmeler gibi oynuyor. Ahmet ile aralarındaki kimya Esra Erol programında olsalar çay içmeye bile yetmeyecek kadar zayıf, hiç inandırıcı değil…Bu yapılan seyirciyi aptal yerine koymaktan başka bir şey değildir sayın TİMS…Nasya tek nefeste sönüverecek bir çiçek peki ya Kösem. cCcBihterreyizcCc sen bu hallere düşecek kadın mıydın?


Handan Sultan: Sarayda sultanlığın en yakışmadığı, tedirginliği yüzünden boyun damarlarını görmekten bıktığımız, Safiye Sultan gibi bir entrika kraliçesinden entrikanın “e”si öğrenememiş, ağzından her bölüm en az 32548 kere “aslanım” ve bir o kadar da “hayır, Hacı ağa, tuzak bu” laflarını duymaktan bizim bıktığımız ama onun o tuzağa düşmekten bıkmadığı sarayın gelmiş geçmiş en looser valide sultanı...Hayır, bir de Derviş Paşa buna aşkını itiraf etti, kaç bölümdür zaten tedirgin olan Handan, Derviş’i gördüğünde gözlerini daha da pörtletmeye başladı. Vallahi onun olduğu sahnelerde kalbim yerinden çıkacak, bildiğin girdiği ortamı klostrofobik yapıyor. Neymiş efendim, Derviş nasıl bir sultana aşık olabilirmişmişmiş.  Hayır Handancığım burada sorulması gereken soru; bu adam “nasıl senin gibi bir eziğe aşık oldu”, hey allaam…Neyse ki Ahmet’in annesisin, saygımdan susuyorum.Yeri gelmişken Derviş Paşa'ya da aklını başına toplamasını salık veriyorum.


Halime Sultan: Bunca kadın içinde bakışları, soğuk duruşu ve cesaretiyle hasekilerin hasekisi tabi ki sensin Halime Sultan…Kriz anında hızlı düşünmen, Handan’ın ne kadar mal, Safiye’nin ne kadar kurnaz ve Ahmet’in ne kadar merhametli olduğunu bilmen de sarayda sana artı puanlar sağlamakla kalmıyor ayrıca düşmanlarını nasıl iyi tanıdığını da gösteriyor. Ben böyle soğuk ve karanlık tarafa yatkın karakterleri daha çok severim, yoksa napayım mıyır mıyır Handan’ı. Ama sende de sevmediğim şöyle bir özelliğin var Halime; evlat ayırıyorsun bacım. Şehzade Mustafa’yı gözünden bile sakınıyorsun, şapır şapur öpüp kokluyorsun ama kızın Dilruba’ya sadece uzaktan “Dilrubaaaaam” deyip yine Musti’ye sarılıyorsun. Oldu mu şimdi, zinhar evlat ayırma, günah…Bence sen ve derviş Paşa çok iyi bir ikili olurdunuz, sarayın köküne kibrit suyu dökerdiniz valla, bunu bir düşün derim.



Fahriye Sultan: Vallahi bence bu kız kesin safiye Sultan’dan değil, sarayın bahçesinde buldular bunu. Ya sen koskoca Safiye Sultan’ın kızısın nasıl bu kadar beceriksiz olabiliyorsun. Hemen en ufak sorunda soluğu en yakın aktarda alıyorsun maşallah. Ama bir türlü bir taraflarına yedirip de içemiyorsun o aldığın zehirleri… Sevdiceğin Mehmet Giray da kedi gibi kaç canı varsa sürekli kurtuluyor. Bu çocukta bu yırtma kapasitesi oldukça sen daha da içemezsin o zehirleri Fahriye…Zaten saraydan çıkman yasak en iyisi sen o hüzünlü suratını da al git annenden biraz “sultanlık” dersi al hatta ENT 101: Sarayda entrikaya giriş dersini açacak bu dönem git onu al…



Safiye Sultan: Sultanların sultanı, entrikalar kraliçesi (Nebahat Çehre’nin yanında esamesi okunmaz ama) “devlet-i aliyyenin bekası için” kalıbına saklanarak devletten başka her şeyi düşünen ve sürekli “biz, biz, biz” diye başlayan çoğul cümleler kuran ex-valide sultan… Allah rızası için Hülya Avşar’ın yüzüne tuttuğunuz şu ışıkları, filtreleri bir azaltın, onun çıktığı sahnelerde gözlerim kamaşıyor. Sen gençken kim bilir sana neler yaptılar ki böyle oldun Safiye, sen de haklısın. Ama şuan Halime'yi sayma Sultan Ahmet dahil kalanlar senin tırnağın olamaz. Şu sarayda çevirdiğin dalavereler kitap diye okutulmalı valla okullarda. Hülya rolüne henüz tam alışamasa da yavaş yavaş ısınıyor bence. Kadın kaç bölümdür gözyaşı sarayına gidecek diye bekliyoruz, gene gitmedi arkadaş, üstüne bir de herkesi birbirine düşürdü. Merak ediyorum şu gözyaşı sarayı nasıl bir yer...

Aslında daha yazılacak, vezir-i azamlık beklerken yüzme bildiğinden bile şüphe ettiğim yeni kaptan-ı derya köylü Derviş Paşa, 9 canlı Mehmet-Şahin Giray kardeşleri, ve Bergen'in kaybettiği kız kardeşi Cennet Kalfa gibi birçok karakter var ama onları izlerken genelde şişiyorum...O yüzden parmaklarımı onlar için yormayacağım. Onun dışında dizinin üç saat olması hem orada çalışanlara hem de izleyenlere ayrı bir eziyet. Bu işkenceye artık bir torba yasa ile son verilmeli (torba yasa böyle şeyler için yok mu, istediklerini yazıp torbaya koyuyorsun onlarda yasa yapıyor:). Özellikle Beren'i son koz olarak elinizde tutup, zaman atlaması yapmadan diziye sokmanız en büyük hatanızdı. Daha önce tek derdi saraydan kaçıp ailesine kavuşmak olan kızı biranda hırstan gözü dönmüş Kösem'e çevirdiniz. Tamam Türk izleyicisi balık hafızalıdır çabuk yutar ama o kadar da değil...Zamanında Hürrem'i değiştirerek aynı hatanın bedelini yine reytinglerle ödeniniz zaten.İki kere aynı hatayı yapıp farklı sonuç bekleyene Einstein "aptal" demiş ama siz bilirsiniz.
Daha önce izleyiciye Hürrem'in "oğlumu verin bağna" repliğini bile sevdirmiş bir dizi neden şimdi reyting sıralamasında ayağına taş bağlayıp boğaza atılmış cariyeler gibi hızla dibi boylasın? Dün bir yerde okudum Nasya için ille değişiklik gerekliyse Müge Boz yada Serenay Sarıkaya'yı önermişler ki bence ikisi de çok yerinde kişiler. Sizin gibi profesyonel insanların böyle hata yapmasını gerçekten anlamıyorum ya da anlıyorum diyelim o zaman da seyirciyi bu kadar salak yerine koymanıza inanılmaz öfkeleniyorum.  Bu dizinin bir türlü toparlayamamasının bir diğer sebebi de Meral Okay'ın artık aramızda olmaması. Elinin attığı her senaryoyu devleştiren kadın nurlar içinde uyu...

Bir de Kraliçe Elizabeth’in bu Safiye Sultan’a gönderdiği bir kedi vardır, o noldu?


lydia deetz

7 Ocak 2016

Mochi mochi.... :)

Bugün sizlere Japonya'ya geldiğimden beri yediğim o türlü türlü garip şeylerden en beğendiğim, hatta hastası olduğum (Hastasıyıııız by Ayhan Sicimoğlu ;)) haftada bir kaç gün yemeden duramadığım pirinç kekini "rice cake" ya da nağmı-diğer "mochi" 'yi sizlere anlatacağım.... Yemek yemeyi ve yeni şeyler tatmayı çok ama çok seven birisi olarak (ki bu yüzden kapılardan bacalardan sığamayan birisiyim) şunu söyleyebilirim ki bu şey benim hayatım boyunca tattığım en güzel yiyecekler sıralamısında Top 3'de, hatta tatlı kategorisinde Top 1!!.....and the oscar goes tooo....mochi mochi...
Şimdi bana "Biraz abartmıyor musun, alt tarafı pirinçle yapılan kekmiş bu" diyebilirsiniz ama inanın öyle değil. Yani böyle bir sütlü tatlı, sütlaç, damla sakızlı muhallebi fln yediğinizde böyle bi ferahlarsınız ya onu da hissediyorsunuz, çok hafif adeta bulut gibi bir krema yiyormuş gibi de.... ama krema da değil, hatta yediğiniz şey sütlü bile değil....O aslında sadece bir hamur, ama böyle jelibon gibi uzayan viskoelastik bir yapıya sahip bir hamur... (Az önce elde ettiğim veriler ile sheer stress vs. shear rate grafiğini de sizler için çizdim ve kek hamurumuzun Non-Newtonian bir yapıda olduğuna karar verdim.... :) (Fluid mechanics for beginners)
Benim bugün bu yazıyı sizlerle paylaşma sebebim ise laboratuvar grubu olarak bügün mochi yapmamız..... Geçen hafta bu konuda bir etkinlik olacağına dair e-maili alınca böyle bayağı bildiğiniz Türkiye'den Hacı İskenderoğulları'nın bilmem kaçıncı kuşak torununu getirttirmişler de bize iskender yaptıracaklar gibi bir sevinç kapladı içimi. 
Benim mochi ile ilk karşılaşma serüvenim ise şu şekilde....Labdan bir arkadaşım beni buranın ünlü bir tapınağının, müzelerinin fln olduğu Dazaifu diye bir bölgesine götürdü ve oradaki yemek satan yerlerde bana bu pirinçlı keki göstererek, meşur olduğunu söyledi ve bana almak istedi. Ben de aç hissetmediğimden ve "amaaan kek nasılsa diye düşündüğümden yemek istemedim". Sonra 2 dükkan ötesinde başka bir şey göstererek (adını hala bilmiyorum) "Bundan yemek ister misin?" dedi. Bana gösterdiği şey tavuk şiş görünümünde şişe geçirilmiş bir şeydi ve ben de "Et yemeyelim ya daha saat çok erken" gibilerinden birşey söyledim. Benim bu yorumum üzerine o da gösterdiği şeyin et olmadığını, hamurişi olduğunu söyledi. Ben de atarlı ve çok bilmiş bir şekilde "Are you sureeee??" dedim. Ve o esnada çocuk en ciddi ve kendinden emin haliyele "Yes, I am sure" dedi. Çocuğun o anki surat ifadesi aklıma geldikçe hala gülüyorum :) :)  İşte o an iç sesim bana "Salak.... adam Japon,  sen tutmuş kendi yemeklerini sanki kendin pişirmiş gibi bu etten yapılmış bence, diyorsun bi de yok hamurişi diyince de emin misinnnnn peki?? diye atarlanıyorsun" dedi. Ve bu iç sesden sonra "pikiiii, birinden birini yiyelim mağdem" diyip o tuzlu, baharatlı ve çöpşişteki hamurişinden alıp yedik.... Ve böylece rice cake'i tatmak yerine diğer şeyi yeme hatasına düştüm.... Sonra yılbaşından birkaç gün önce çarşıda bi dükkanın önünde amcaların bunu döverek öğüttüğünü gördüm ve hemen tanıdım ve "dönüşte bundan alıp bi de bunu deneyeyim bari" dedim. Ama maalesef ki, alışverişten döndüğümde o dükkan kepenklerini indirmişti :( Neyse ki, Japonya'da en sevdiğim 24 saat açık olan ve her yerde kolayca bulabileceğiniz "Seven-Eleven" sayesinde bu lezzeti tatma zevkine erişebildim....

Bu arada, kısaca rice cake'in tarihine de değinelim... Bu tatlı Japonya'ya has olmakla birlikte, bunun Güney Kore, Çin, Tayvan gibi diğer uzakdoğu ülkelerinde çeşitli varyasyonları varmış... ama aslen aslen Japonların geleneksel yemeği. Özellikle yeni yılın ilk günü ailece toplanıp bunu yaparlarmış. Şimdi evlerde bunu yapmak için özel bi makineleri varmış ama yaşlı ve orta yaşlı insanlardan dinlediğim kadarıyla eskiden maailece kuzen, dayı, enişte, bacanak, görümce, elti..fln toplanıp yeni yılın ilk günü geleneksel bir şekilde bunu yaparlarmış... ve yaparken de o hamuru her döven insanın sağlıklı bir yıl geçireceğine inanırlarmış...

Aranızda hala caps vermeyenler var dediğinizi duyar gibiyim.... Aşağıda benim sürekli aldığım çilekli mochi'yi görmektesiniz.....Üstünde kaplama olan kısmı aslında pirinçten yapılan kısım....



Şimdiiiiiiii.... sıra geldi mochi yapımına....Bu konuda tam youtube vloggerlarından mochi tarifleri ararken, çalışma grubunun geleneksel yöntemlerle mochi yapması beni sizlere bunu uzun uzun anlatma telaşından kurtardı. Şimdi öncelikle özel bir pirinci varmış bunun... Yani evdeki pilavlık baldo pirinçle de sütlaçlık kırık pirinçle de denemeye kalkmayınız lütfen.... (Yazarın canı burada üzeri iyice yanmış fırın sütlaç çeker....kapa parantez) Sonra sözüm ona, "Al çocuğum sana Japon Mochi'si yaptım" diye birbirimizi kandırmayalım..... Bak lütfen diyorum.... Sonra bu alınan pirinçi  tencereye koymadan böyle  tülbentimsi bir şeyi tencerenin altına seriyorlar. Ama koydukları tencere de bi farklı... altında delikleri var. Neyse, kaynamış suyu da ekleyerek, pirinçleri haşlayıp, asıl olayın ceyeran ettiği şeye koyuyorlar. Onun adını bilmiyorum ama çimento gibi sağlam bişeyden yapılmış, taş gibi bir yuvarlak kap..bunun odundan (evet tatta veya ahşap değil...odun!!) yapılanı da varmış......Sonra hemen sıcak sıcak pişen pirincinizi dövmeye başlıyorsunuz. Ama öyle böyle bi dövmek değil....Zaten bence kolu komşu, kısım akraba toplanmalarının sebebi de bu... Ağır bir çekiç gibi bir şeyle çok hızlı vurulması gerekiyor ki mochiniz istenilen kıvama gelsin....Ara ara da bir kişi ellerine sıcak su alarak, hamuru toparlıyor ve diğeri de devam ediyor. Bu aşamada uygulanan sıcaklık ve basınç, kekimizin viskoelastik yapısına etki eden en önemli parametreler olarak sıralanmakta.....

Her neyse... dövdükten sonra kekiniz hazır. Arasına ister tatlı ister tuzlu artık Allah ne verdiyse koyup yiyebilirsiniz. Ben bugün ne olduğu hakkında en ufak bir fikrimin olmadığı şeyleri arasına koyarak yedim. Bunlar ne diye sorduğumda tatlı olanın adını kimse ingilizceye çeviremedi ve Japonya'ya has birşey olduğunu söylediler.... nasıl desem kestane şekerinin ufalanmışı gibi ama kestane değil rengi kırmızımsı... Diğer tuzlu şeylerden birinin susam olduğunu söylediler ama bence o susam da değildi (rengi turuncudan pembeye çalan susam mı olurmuş...) Neyse diğer tuzlu şeyi sorduğumda bir çeşit soya fasülyesi olduğunu söylediler ama hala tadı aklıma geldikçe mideme ağrılar giriyor.... Yani böyle içinde kaşar eritmişsiniz gibi bir sıvı içinde çok küçük barbunya taneleri düşünün. 

Benim aklıma gelen ise, dahiyane Türk fikri ise... "Yapıcan bu mochiyi, basıcan içine Afyon kaymağını"......oldu. Bi de nutella'da süper olur mochi'nin içinde valla, ama hala Japonya'da nutella göremedim..... :( Her neyse şimdiye kadar yediklerim arasındaki favorim çileklisi ve o kırmızımsı-kestanemsi şey içereniydi.. 

Ve bu kadar laftan sonra şimdi de size geleneksel yöntemlerle, enstitünün arka bahçesinde nasıl mochi yaptığımızı gösteren videoları paylaşıyorum....







Bu arada...şu aşağıda gördüğünüz de endüstriyel mochi makinesi.... Bence kimya mühendisliğinde temel işlemler dersinde ekstraksiyon, distilasyon, evaporasyon ve bunların ekipmanları fln anlatılırken, bu cihaz da anlatılmalı. Çünkü faz değişimi, reoloji, ısı transferi, mekanik karıştırma fln hepsini içeriyor şu aşağıda gördüğünüz cihaz....;p

Şimdi diyebilirsiniz ki, bununla mı uğraşacağız... İşte bu noktada Japon mucitlerimiz düşünmüş taşınmış, ev tipi mochi makinesini amme hizmeti olarak toplumumuza kazandırmış.... Onlar da aşağıda görüldüğü gibi....



Bu arada, ben Türkiye'ye dönerken yerim olursa az da olsa Mochi yapılacak pirinçten alıp, bir şekile evde yapmayı denemeyi istiyorum. Ama siz yinede evde tek başınıza denemeyiniz, Japonya'ya gidecek arkadaşlarınızdan da ıslarla isteyiniz....:) Ha olurda bir gün bu lezzeti tatma şansına erişirseniz "bu kadar öve öve anlattığın şey bu muymuş" diyip dudak bükerseniz de aklınıza şu an benim içinde bulunduğum koşullar gelsin bi zahmet.... Bu bünye çiğ bütün balık yemenin yanında çiğ tavuğu bile hatır için tatmış bir insan evladı.... Ki bitkisel kökenli olduğunu düşündüğüm ve hala da ne olduğunu bilmediğim, hayalinizin sınırlarını zorlayacak lezzetsizlikteki yüzlerce şeyi de ayıp olmasın diye yemişliğim de var şu süreçte.... Hani böyle ağzınıza aldığınız ve o tadı aldığınız ilk saniyelerde, ağzınızdan çıkarmak istediğiniz ama ayıp olmasın diye çiğnemeden bi an önce yutmak zorunda olduğunuz lezetsizlikteki yemeklerden bahsediyorum... işte öyle acıklı bir hikaye benimkisi...Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin....
ve daha fazla  devam edemeyeceğim.... (burada yazarın gözlerinden 2 damla gözyaşı düşer....)
Bu arada mochi mochi kelimesini Japon'lar tarafından çok faklı anlamlarda da kullanıyorlar.Bunlar:
1. Mochi yerken..."mmmmm çok lezzetli" gibisinden...Mochi mochi :)
2. Diyelim ki çekik gözlü, pamuk yanaklı bi bebeniz var, onun yanalarını severken"yirimmmm yirimmmm" gibisinden...Mochi mochi :)
3. Telefonu cevaplarken, "Alo, haaa... çabuk söyle ne söyleyeceksen, işim var gibisinden".... Mochi mochi :)
Hatta bunun için de bir vlogger arkadaşımız, "Japonlar telefonda neden mochi mochi derler??" isimli bir video paylaşmış.... Eee merak edenler...buyrun mağdem ;)


Vee aşağıda da Mochi'nin nelerden yapılabileceğini görebilirisiniz.... Kısacası hayallerinizin sınırı yok...


ve son olarak da bunların gerçek hallerini sizlerle paylaşıyorum....

Bitha

6 Ocak 2016

Kız isteme-Söz-Nişan Üçgeninde Kaybolan Hayatlar

Birazdan okuyacaklarınız bu yola gayet saf ve temiz duygularla çıkmış ama yaşayacaklarından habersiz, özellikle de bu işleri sevmeyen diğer bir deyişle damarlarında "gelin kanı" akmayanlar için bir amme hizmetidir. Bu yazının çıktısını alıp görebileceğiniz bir yere asın ve günde en az üç kere okuyun ki yaşayacağınız saçmalıklar silsilesi esnasında kendinizi kaybettiğinizde tekrardan kim olduğunuzu hatırlamanızda size rehberlik etsin.

Evlenme kararı nasıl verilir sorusuna tek bir cevap vermek tabi ki oldukça zor. Bu yola en başta "ben bu sefer kesin evleneceğim" andı içerek çıkanlar ve sonunda bu haklı zaferinin gururunu yaşayanlar olduğu gibi, işler planladığı gibi gitmeyen ve "bu da mı gol değil" diyerek oradan uzaklaşan hatrı sayılır bir grup da mevcut. Bu kısım başka bir konunun yazısı olacak kadar karmaşık olduğundan oralara hiç girmeyeceğim. Diyelim ki o kişiyi buldunuz, işler yolunda gitti ve artık evlilik yolunda ilk adımı atmaya karar verdiniz. Öncelikle şunu söylemeliyim, bu andan itibaren ilmek ilmek ördüğünüz ve içinde mutluluktan öldüğünüz kozanız her iki tarafın aile bireyleri tarafından hunharca yok edilecek. Bu saatten sonra kocaman mutlu bir ailesiniz, Allah şimdiden belanızı verdi bile, tadını çıkarın.

Hep hayal ettiğiniz yüzük hiç de hayal ettiğiniz gibi değil

Güne karar verilince her ne kadar oralı değilmiş gibi yapsanız da annelerin sürekli "bak altın artıyor yüzük baktınız mı" sorusu bir süre sonra dayanılmaz bir hal alıyor ve siz soluğu bir kuyumcuda alıyorsunuz. Kuyumcu size en az 8500 model gösterecek. Yok bu model bu sene çok favoriymiş, şöyleee beyaz altın etrafında küçük pırlanta taşlar varmış, bu modelde iç içe geçmiş bilmem kaç halka bilmem neyi temsil ediyormuş mış mış mış da mış mış mış. Derin bir nefes alın ve "teşekkürler hepsi çok güzel ama biz klasik alyans düşünüyoruz" deyin. Zaten alışkın olmadığınız için hiç biri elinize yakışmayacak. Neyse, bunun üzerine adam bir anda 180 derece dönerek "harika, zaten en güzeli o, zaten modası da hiç geçmez, tabi bunları da beğenenler var ama sizin tarzınıza en çok o gider bıdı bıdı" demeye başlayacak. Hıh işte tam o anda yüzüklerin efendisindeki yüzüğe benzeyen ama üzerinde elfçe yazıları olmayan bu nedenle gollum'un asla peşine düşmeyeceği o sade yüzükleri kapın ve koşarak orayı terk edin,  Annelerin "yüzükler noldu" sorusuna verilecek cevap cepte, aynen devam.

Çiçeğimizi, çikolatamızı alır geliriz

Valla kimse kusura bakmasın ama nah gelirsiniz. Türk filmlerinden aklımıza kazınmış bu cümle sanki bu işler çok kolaymış, çiçek ve çikolata hemen köşeyi dönünce karşınıza çıkacak ve siz alıp gideceksiniz gibi görünse de burası yüzükten sonra en sancılı kısım hele ki İstanbul'da yaşıyorsanız. Şimdi çikolatacıya girdiniz, söz çikolatası bakmıştık dediniz. hemen hemen her yerde alacağınız cevap şu "sizi şu tarafa alalım". Yani bu, şu demek "haaa siz söz-nişan dediniz, o zaman biz size herkesin içinde gömmeyelim şöyle köşeye alalım"demek oluyor. Hele böyle Pelit gibi ünlü çikolatacılara yürüyecekseniz çikolatanın kilosu tam tamına 190 TL. Bu rakamı duyduktan sonra kendinize gelmeniz birkaç cümle alacağından buraları öylesine yazıyorum. İstanbul dışındakilere şöyle ek bir bilgi vereyim; Bursa-Ankara-İzmir gibi şehirlerde yaşayanlar bu rakamı ikiye, diğer Anadolu şehirlerindekiler de üçe bölerse kendi şehirlerindeki nişan çikolatası piyasası hakkında fikir sahibi olabilirler. Ama bir kaç gün bu rakamı telaffuz edince normal gelmeye başlıyor yani, önemli olan kanıksamak, bu acıdan her türlü zevk almaya bakmak. Bitmediiii...Aşılması gereken diğer engel ise çikolatanın neye konulacağı. Onu da kibarca "çikolatanın kabını kendiniz mi sokar getirirsiniz yoksa süslemelerle birlikte onu da biz mi sokalım" şeklinde soruyorlar sağolsunlar. Biz ilk  başta neyimize güvendiysek İstinyepark'da ki Pelit'e gittik, benim beğendiğim bir kilo bile etmeyen çikolata ve kabına 480TL dediler. Ama ben hiç bozmadan "ay ama o bize az gelir, küçük yani o, aa tüh çok da güzelmiş" diyerek oscarlık bir oyunculuk ortaya koydum kimse fakir olduğumuzu anlamadı.
Bir de ek olarak birkaç hafta sonra solacak ve çöpün yolunu tutacak (sprey falan sıkıyorlar ben de biliyorum heralde ama bozuluyor yani) çiçek için de yine adının önünde "söz" kelimesi olunca fiyatlar iki-üç katı. 200-300TL de ona yaz etti mi 600-700TL. Yani siz çiçeğinizi çikolatanızı alıp biraz zor gidersiniz arkadaş. Üstüne bir de aldıklarınızın aileler tarafından bir türlü beğenilmemesi ve arka fonda sürekli olarak "başka yok muydu" plağının çalması var ama Allah sabrını veriyor yani.

Bir nişan bohçası vardı bizim o noldu?

Türk milleti olarak hiç bir işimize harcamadığımız emek ve zamanı ileride hiç kullanılmayacak sadece konu komşunun gönlünü eylemede işe yarayacak adetlere harcamaya ve bunların detaylarına kafa patlatmaya bayılırız. Bu adeti kim çıkardıysa onu o bohçaya sarıp, taş bağlayıp boğazın serin sularına göndermek istiyorum. Hem de bohçadaki ne işe yarayacağı belli olmayan elbiselik kumaşlar (sanki kıyafet alamıyoruz biz), birlikte alınan vizyonsuz iç çamaşırları, tüylü terlik, sürme ve türevlerini içeren makyaj malzemeleriyle yok olsun istiyorum. Arkadaşım sen bana Victoria Secretlarla, terlik olarak en azından işe yarayacak en ortapediğinden en pahalısından birkenstocklarla, sonracığıma makyaj malzemesi olarak MAC kapatıcılarla, Channel rujlarla geldin de ben mi hayır dedim. Yıl 2015, marsta su bulundu, plüton gezegenlikten çıkartıldı, lütfen, biraz vizyon bizim de hakkımız. Bu olayın kestirmesi yok, boş bulunup bohçaya evet derseniz, hiç çıkamayacağınız bir kara delikte kaybolursunuz ve düğünü asla göremezsiniz. O yüzden burada dik durmanız lazım...


                                          


Biraz aklınız başınızdaysa isteme-söz-nişan hepsini bir arada çıkarın

Eğer akıl sağlığınızı korumak istiyorsanız, isteme-söz-nişan faslını bir kerede hele de evde atlatabiliyorsanız, 17-0 öndesiniz.  Ama tabi bunun da kendi içinde zorlukları yok değil. Önce ne anlama geldiğini kimsenin bilmediği o "Allah'ın emri, peygamberin kavliyle" cümlesinin kurulmasını bekleyeceğiniz gergin bir akşam sizi bekliyor. O cümleye gelene kadar olan sessizliği "bu senede havalar amma soğudu" cümlesi dışında bozabilecek kıvrak zekaya sahip tanıdıklarınız yoksa şimdiden geçmiş olsun. Buraları başarıyla tamamlayıp "verdik gitti" cümlesi duyulduktan sonra yüzükleri taktınız mı al sana isteme-söz faslı tamam. Buraya bir de pasta eklediniz mi salonda dünyalar bayılacağınız, istemeye ayrı, söze ayrı, nişana ayrı kıyafet bulmak zorunda kalacağınız ve hiç bir zaman güzel olmayacak kuaförde yapılan saçınızla uğraşmak zorunda kalacağınız aşamayı  da ekarte edip en azından birkaç milyon beyin hücrenizi kurtarmış olursunuz. Bu kurtardıklarınızı da düğün aşamasında yanacak olan beyninize takviye ekip olarak kullanırsınız.

Kul kınadığını yaşamadan ölmezmiş

Evrenin bizim asla anlayamayacağımız bir hafızası var. Büyük bir cümle sarf ettiğiniz andan itibaren bunu size yutturmak için var gücüyle çalışmaya başlıyor. Siz siz olun söz, nişan ve düğünle ilgili büyük laflar etmeyin. Baskı ile kendini kaybetmiş gelin adaylarını kınamayın, hor görmeyin.
Keşke ben de çok büyük lokmalar yeseydim de bu kadar büyük konuşmasaydım. Sonra ertesi gün her şey bitip kendinize geldiğinizde bir gün önce baskı ile dönüştüğünüz insanın yaşattıklarından kurtulmak ve tekrar kendiniz olmak en zoru...

Ha ama siz eğer doğuştan bir "gelinseniz", size hiç biri koymaz evelallah. Hatta madem öylesiniz niye yazıyı sonuna kadar okudunuz.  İnternetten 2016 alyans modellerine baksaydınız ya da yarın Eminönün'den yapacağınız bohça alışverişi için listenizi kontrol etseydiniz ya. Sonra eksik bir şey olacak Allah korusun. hayrı milletin ağzı torba değil ki büzesin cağnım...

lydia deetz

5 Ocak 2016

İstanbul sen mi büyüksün ben mi? Bölüm:1

Bugün itibariyle İstanbul'a yerleşmemin üzerinden tam dört koca yıl ya da 208 hafta ya da 1466 gün geçti. Dönüp bakınca zaman nasıl bu kadar hızlı geçti, bunca zaman içinde bu şehir beni ne kadar değiştirdi, tanıştığım ve hayatıma giren insanlar bana ne kattı soruları hala kafamda yankılanırken, henüz cevabını bulamadığım; rüzgarın beni nasıl hiç planlamadığım halde buraya savurduğu olmaya devam ediyor.

Hiçbir zaman ÖSS'deki (ben de biliyorum o sınavın artık ösese olmadığını) tüm tercihlerini İstanbul yazan ve Yıldız Teknik makinayı kazanırsa Beşiktaş'ta, Boğaziçi kimyayı kazanırsa ağzının suyunu akıttığı güney kampüste okuyacağını zanneden saf gençlerden olmadım. Bu, onların İstanbul hayallerinin suya düştüğü, Yıldız Teknik'i kazananın Davutpaşa'ya metrobüs ile sürgün edilmesinin ya da Boğaziçini kazananın da kuzey kampüsteki boğaz görmeyen kimya laboratuvarlarında için için hayata küsmesinin hikayesi değil. Peki ama başka kimin hikayesi değil? Okul bittikten sonra ağzından çıkan tek cümle "ya abi benim kesin İstanbul'da iş bulmam lazım, bu saatten sonra bizimkilerin yanına hayatta dönemem, hem zaten Serkan (o kimse artık) ev tuttu bile ben de onun yanına çıkarım diye kendini avutan ama İstanbul'da çalışan olmanın öğrenci olmaktan bin beter olduğunu ve maaşının asla bu şehrin tadını çıkartmaya yetmeyeceğini fark edemeyerek trafik girdabında kaybolacak  gencin, reklamcılık/sinema/televizyon/mimarlık/moda/güzel sanatlar ve benzeri  kölelik modelini benimsemiş havalı tüm sektörler için tek adresin İstanbul olduğunu düşünen entelin ya da her gün boğazı görmezse ölecek hastalığına tutulmuş ama evi Gaziosmanpaşa'da işi Hadımköy'de olan binlerce İstanbul sevdalısının hikayesi değil. Bu benim gibi yolu hasbelkader bu şehre düşmüş birinin hikayesi...


Ben şu anki işime girene kadar birçok üniversitenin araştırma görevliliği sınavına girmiş ve defalarca kazanamayarak her defasında bir öncekine göre inancını daha da kaybetmiş bir insan olarak şuan bulunduğum okula tam dört defa başvurdum. İlk ikisinde sınava bile girmeye hak kazanamadım. Sonrasında bu başarısızlıklarıma doymayarak yüzsüz bir şekilde bir daha başvurdum. Sonuçta başvuru dediğin evrakları kargoya verene kadar sonrası kargo şirketinin sorumluluğu... Üçüncü başvurumda 3 alım yapılacaktı, şansım hayli yüksekti. Neyse ki bu başvurumda bir adım ilerleyebildim ve sınava girmeye hak kazandım. Sonuç tabi ki kazanamadım ve çok üzüldüm. Bu arada sınava gittiğimde İstanbul'u hiç bilmediğimden üniversiteden yakın bir arkadaşım beni karşılıyor, sonra aynı arkadaşım işini gücünü bırakıp arabayla beni sınava bırakıyor ve tabi ki konaklama hizmeti de yine kendisinden. Bildiğin çocuğun sırtında büyük bir kamburum yani...

Neyse efendim, yine kazanmayışımın depresyonunu yaşarken tekrar kadro açıldığını gördüm. Ama bu sefer noter onaylı diploma istediklerini görünce aman dedim kim kazanamayacağı bir sınav için notere para verir ki zaten gidip de millete yük olmaya gerek yok boşver sen bu işleri diyerek başvurmamaya karar verdim. Tabi ki annemler bu depresif ruh hali içinde aldığım saçma kararıma bir anlam veremediler ve o akşama diplomalarımın noter onaylı fotokopileriyle geldiler üstüne de "ne var bir daha gitsen hem bu sefer yolları da öğrendin kendin gider gelirsin" şeklinde dünyanın en saçma gazını verip beni feribotla İstanbul'a yolladılar. Bu sefer girdiğim sınav şaşırtıcı bir şekilde fena geçmedi ve sınav sonunda haftaya mülakata gel dediler, ona da tamam dedim, bir canım kaldı almadığınız dedim. Bir hafta sonra yine feribot yine İstanbul yine aynı okul yine aynı bölüm bir adım ileri gidemiyorum. 
Mülakat almak istedikleri insanı tanımaya yönelikti, herhangi bir puana tabi değildi dolayısıyla risksizdi. Bu sefer de kesin kazanamayacağıma inancım tam olduğundan üzerimde dünyanın en saçma mülakat kombini olan kot, şişme yelek ve konvers üçlüsü ile içeri girdim. Bir iki giriş sorusundan sonra içeride atmosfer samimi olmaya başladı. Neden akademisyen olmak istiyorsun, gelecekteki akademik planların neler gibi sorular gelmeye başladı. ben bugüne kadar en çok kendiniz de en sevdiğiniz ve en sevmediğiniz üç özelliğiniz sorularına hazırlandığımdan en çok onları bekledim ama onları sormamalarına biraz içerledim. Son olarak neden bizim üniversite gibi ucu çok açık bir soru sordular. Ben de içerideki samimiyete güvenerek "hocam valla açıkçası bu benim 4. başvurum bu sefer de kazanamazsam yine gelmem gerekecek, iş inada bindi" dedim hatta dediğime ben bile inanamadım. Ama bunu en saf ve tatlı suratımı takınarak yaptım, karşılıklı gülüşerek vedalaştık. Ve sonuç? Tabi ki kazandım. 
Hikayenin ilk bölümünün kazananı anlayacağınız gibi ben, ama kim bilir belki kaybedeni de ben. Çünkü bu hayatta karşınızdaki her neyse onunla sadece savaşırsanız, onu yenmeniz gereken bir düşman gibi görürseniz, eğer bu bir şehir ise her zaman İstanbul kazanır. Bir yeri sizin için önemli yapan onun size öğrettikleridir, sizin ona yükledikleriniz değil...

Bu bölümde kız şunu öğrendi "Kapı açılır, sen yeter ki vurmayı bil! Ne zaman, bilmem! Yeter ki o kapıda durmayı bil!" (Hz Mevlana). 

Toplamda gönderilen kargo sayısı 9, yanlış yere teslim edilen kargo sayısı 1, göndermekten son anda vazgeçilen ya da başvuruya geç kalındığı için yollanmayan kargo sayısı 2, sınava girmeye hak kazanılmayan başvuru sayısı kargonun biri yanlış yere teslim edildiğinden 5, sınav stresi yaşanan başvuru sayısı yine kargonun biri yanlış yere teslim edildiğinden 4, kapının ilk çalınmaya başlamasıyla açılması arasında geçen süre 14 ay...

lydia deetz

3 Ocak 2016

Welcome to Japan....

Eveeeet...tam 1 aydır buradayım ve farkettim ki yazacaklarım epeyce birikmiş. Öncelikle geliş hikayemden başlayacak olusam Eskişehir-İstanbul, İstanbul-Seul ve Seul-Fukuoka olarak uzuun bir yolculuk sonrasında en nihayetinde Fukuoka'ya vardım.
Yanlız şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, Seul-Fukuoka arasında öyle bir türbilansa yakalandık ki uçak tam 3 kez geri göndü. Aşağıda rotadan da nasıl bir atraksiyon olduğunu görebilirsiniz...


Her neyse, 1 saatlik uçuş sonrasında sağa salim hava alanına indik. Bu arada Japonya'ya uluslararası uçuşlarda 2 adet bilgi kartı yolculara dağıtılıp, bunları yolculardan uçaktayken doldurmaları isteniyor. İşte bu bilgi formunda kişisel sorular, vatandaşlık bilgileri ve Japonya'ya ne kadar nakit para ile geldiğiniz gibi bilgiler bulunuyor. Bu formları uçakta doldurup, ülkeye girişte gümrükten geçerken teslim ediyorsunuz.

Bu arada ülkeye giriş demişken, tabi ki benim gibi bir bela mıknatısının ülkeye öyle elini kolunu sallaya sallaya girmesini de beklemiyordum. Vize işlemleri sırasında üniversiteden gönderilen "Certificate of Eligibility" belgemin kaybolması sonucunda uçuşumu bir hafta ertelemiş, girişte o belge olmadığı için zorluk çekeceğim konusundan büyükelçilikçe önceden bilgilendirilmiştim zaten. Ayrıca, büyükelçiliktekiler ilk kez başlarına böyle bir olay geldiği için son derece üzgün olduklarını belirtip, benim girişimi ve uçuş bilgilerimi önceden hava alanına bildireceklerinin de söylediler. "Arkadaşa bi yardımcı olun bakiymm" mantığı ile önceden haber verdiklerini düşünüyorum. Sonra tabi ki çıkış yaparken hemen bi polisi çağırdılar ve polis eşliğinde ayrı bir yere götürüldüm. Orada yaklaşık 1 saate yakın oturtuldum ve durumu anlattım. Neyse ki, son derece yardımcı oldular ve hemen "Residence Card"'ımı hazırladılar. 
Sonra bu aşamayı da atlattığımda karşımda 2 tane çekik gözlü çocuk, ipadlerine adımı yazmış bir şekilde beni bekliyorlardı. Prof. öğrencilerinden beni karşılayacak birilerini yollayacağını söylemişti ama açıkçası mailime Seul'da bakabildiğimden dolayı benim için de süpriz olmuştu bu karşılama. :) Hemen beraber taksiye binip beni otelime bıraktılar. Ayrıca, içeri gittiğimde hava çok soğuktu hemen klimanın nasıl çalıştırılacağını, televizyonu nasıl açacağımı ve bilgisayarımı nasıl kullanacağım konusunda bilgiler verdiler. Sonra da yarın sabah görüşürüz diyerekten ayrıldık. Ertesi sabah ise okula beni alıp o şekilde gittiler.  Ardından toplantı, ofise yerleşme, yemek, grup arkadaşları ile tanışma, laboratuvarları gezmece... fln derken ilk günüm bitti ve beni tekrar otele bıraktılar. 
Sonraki hafta ise sigorta işlemleri, banka hesabı açma, ev bakma... vs gibi işlemler işe geçti. Japonya'ya tek başınıza geldiyseniz ve hiç japonca bilmiyorsanız inanın bunları tek başınıza yapamazsınız.  Çünkü maalesef ki Japonya'da ingilizce konuşabilenler çok çok az. Mesela Prof. yanıma 1 japon 1 de koreli öğrencisini verdi, Koreli benimle ingilizce konuşup, Japon'dan bilgi alıp, bana aktardı ama form vs.. gibi doldurulacak şeyleri Japon benim için doldurdu. Daha önceleri hep Kore, Çin ve Japon alfabelerinin aynı olduğunu düşünen ben, burada bir şeyi daha öğrendim. Meğer onlarınki de birbirlerinden tamamen farklı alfabelermiş. Mesela biz İspanyolca bilmesek bile latin alfabesi kullandığımız için yazabiliyoruz ya, işte onlar öyle değil. Tamamen farklılar... Ayrıca Japonya'da herkesin mührü var ve bu mühürler imza yerine geçiyor. Bankada benim imzamı kabul etmeyip, mühür istediklerinde benden yabancı olduğum için bunu istediklerini zannettim ama meğer herkesin böyle birşeyi varmış. Baya soyadınızı yazıp, onu basıyorlar. Ama anlamadığım şey de şu oldu farklı ailelerden farklı insanlar aynı soy adına sahip olduklarında nasıl o mühürler ayırt ediliyor?? Bir arkadaşım onların gözle görülemeyen baz spesifik özellikleri olduğunu ve tarayıcıdan vs. geçirildiklerinde farklı olduğunu söyledi..... 


Her neyse o mühür işini de hallettiğimizde doldurmam gereken formlar vardı ve benim o formları Japonca olarak kendi el yazımla doldurmamı istediler. Dedim mükün değil!! Allahtan Japon öğrenci bu konuda bana harf harf sanki bir çocuğa yazı yazdırır gibi o formları doldurttu... Ama böyle bildiğiniz sırtımdan ter aktığını hissettim. Aklıma şu karikatür geldi ve kendi kendime bayağı bi güldüm... :) Karikatürdeki şeyi tersten yaşadım resmen... Mesela adımı söylettirip, onu Japon alfabesi ile okunabilecek şekilde yazıyorlar.

Her neyse, tüm bu ıvır zıvır işleri ile uğraşırken far kettim ki hakikatten çok farklı bir yerdeyim. Daha önce Çin ve Güney Kore'de bulunmuş ve uzakdoğu hakkında az da olsa bir şeyler bilen bir Türk olarak şunu söyleyebilirim ki Japonya hepsinden farklı. Yani bir kere her şey alıştığımızın tersinde. Arabalar, trenler tersten gidiyor,insanlar ters yönden yürüyor, hatta kapılar bile tersinden açılıyor.... Cep telefonu bant yapısı bile tüm ülkelerden farklı olduğu için diğer uzak doğu ülkelerinde çalışmasına rağmen Japonya'da işlemiyor.... Yani kafayı tamamen resetleyip her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalıyorsunuz.....

Anlatılacak çok çok farklı şey var, ama her şeyi bir başlık altında yazmak yerine bir sonraki yazılarımda buradaki ilginçliklerden, başımdan geçen garip olaylardan bahsedip size "Japonya'da Bir Türk'ün Hayatta Kalma Mücadelesi" tadında yazılar paylaşacağım...

Hepiniz sevgiyle kalın....
Bu arada.... Mutlu yıllar :) :)
明けましておめでとう!!!!

Bitha