5 Ocak 2016

İstanbul sen mi büyüksün ben mi? Bölüm:1

Bugün itibariyle İstanbul'a yerleşmemin üzerinden tam dört koca yıl ya da 208 hafta ya da 1466 gün geçti. Dönüp bakınca zaman nasıl bu kadar hızlı geçti, bunca zaman içinde bu şehir beni ne kadar değiştirdi, tanıştığım ve hayatıma giren insanlar bana ne kattı soruları hala kafamda yankılanırken, henüz cevabını bulamadığım; rüzgarın beni nasıl hiç planlamadığım halde buraya savurduğu olmaya devam ediyor.

Hiçbir zaman ÖSS'deki (ben de biliyorum o sınavın artık ösese olmadığını) tüm tercihlerini İstanbul yazan ve Yıldız Teknik makinayı kazanırsa Beşiktaş'ta, Boğaziçi kimyayı kazanırsa ağzının suyunu akıttığı güney kampüste okuyacağını zanneden saf gençlerden olmadım. Bu, onların İstanbul hayallerinin suya düştüğü, Yıldız Teknik'i kazananın Davutpaşa'ya metrobüs ile sürgün edilmesinin ya da Boğaziçini kazananın da kuzey kampüsteki boğaz görmeyen kimya laboratuvarlarında için için hayata küsmesinin hikayesi değil. Peki ama başka kimin hikayesi değil? Okul bittikten sonra ağzından çıkan tek cümle "ya abi benim kesin İstanbul'da iş bulmam lazım, bu saatten sonra bizimkilerin yanına hayatta dönemem, hem zaten Serkan (o kimse artık) ev tuttu bile ben de onun yanına çıkarım diye kendini avutan ama İstanbul'da çalışan olmanın öğrenci olmaktan bin beter olduğunu ve maaşının asla bu şehrin tadını çıkartmaya yetmeyeceğini fark edemeyerek trafik girdabında kaybolacak  gencin, reklamcılık/sinema/televizyon/mimarlık/moda/güzel sanatlar ve benzeri  kölelik modelini benimsemiş havalı tüm sektörler için tek adresin İstanbul olduğunu düşünen entelin ya da her gün boğazı görmezse ölecek hastalığına tutulmuş ama evi Gaziosmanpaşa'da işi Hadımköy'de olan binlerce İstanbul sevdalısının hikayesi değil. Bu benim gibi yolu hasbelkader bu şehre düşmüş birinin hikayesi...


Ben şu anki işime girene kadar birçok üniversitenin araştırma görevliliği sınavına girmiş ve defalarca kazanamayarak her defasında bir öncekine göre inancını daha da kaybetmiş bir insan olarak şuan bulunduğum okula tam dört defa başvurdum. İlk ikisinde sınava bile girmeye hak kazanamadım. Sonrasında bu başarısızlıklarıma doymayarak yüzsüz bir şekilde bir daha başvurdum. Sonuçta başvuru dediğin evrakları kargoya verene kadar sonrası kargo şirketinin sorumluluğu... Üçüncü başvurumda 3 alım yapılacaktı, şansım hayli yüksekti. Neyse ki bu başvurumda bir adım ilerleyebildim ve sınava girmeye hak kazandım. Sonuç tabi ki kazanamadım ve çok üzüldüm. Bu arada sınava gittiğimde İstanbul'u hiç bilmediğimden üniversiteden yakın bir arkadaşım beni karşılıyor, sonra aynı arkadaşım işini gücünü bırakıp arabayla beni sınava bırakıyor ve tabi ki konaklama hizmeti de yine kendisinden. Bildiğin çocuğun sırtında büyük bir kamburum yani...

Neyse efendim, yine kazanmayışımın depresyonunu yaşarken tekrar kadro açıldığını gördüm. Ama bu sefer noter onaylı diploma istediklerini görünce aman dedim kim kazanamayacağı bir sınav için notere para verir ki zaten gidip de millete yük olmaya gerek yok boşver sen bu işleri diyerek başvurmamaya karar verdim. Tabi ki annemler bu depresif ruh hali içinde aldığım saçma kararıma bir anlam veremediler ve o akşama diplomalarımın noter onaylı fotokopileriyle geldiler üstüne de "ne var bir daha gitsen hem bu sefer yolları da öğrendin kendin gider gelirsin" şeklinde dünyanın en saçma gazını verip beni feribotla İstanbul'a yolladılar. Bu sefer girdiğim sınav şaşırtıcı bir şekilde fena geçmedi ve sınav sonunda haftaya mülakata gel dediler, ona da tamam dedim, bir canım kaldı almadığınız dedim. Bir hafta sonra yine feribot yine İstanbul yine aynı okul yine aynı bölüm bir adım ileri gidemiyorum. 
Mülakat almak istedikleri insanı tanımaya yönelikti, herhangi bir puana tabi değildi dolayısıyla risksizdi. Bu sefer de kesin kazanamayacağıma inancım tam olduğundan üzerimde dünyanın en saçma mülakat kombini olan kot, şişme yelek ve konvers üçlüsü ile içeri girdim. Bir iki giriş sorusundan sonra içeride atmosfer samimi olmaya başladı. Neden akademisyen olmak istiyorsun, gelecekteki akademik planların neler gibi sorular gelmeye başladı. ben bugüne kadar en çok kendiniz de en sevdiğiniz ve en sevmediğiniz üç özelliğiniz sorularına hazırlandığımdan en çok onları bekledim ama onları sormamalarına biraz içerledim. Son olarak neden bizim üniversite gibi ucu çok açık bir soru sordular. Ben de içerideki samimiyete güvenerek "hocam valla açıkçası bu benim 4. başvurum bu sefer de kazanamazsam yine gelmem gerekecek, iş inada bindi" dedim hatta dediğime ben bile inanamadım. Ama bunu en saf ve tatlı suratımı takınarak yaptım, karşılıklı gülüşerek vedalaştık. Ve sonuç? Tabi ki kazandım. 
Hikayenin ilk bölümünün kazananı anlayacağınız gibi ben, ama kim bilir belki kaybedeni de ben. Çünkü bu hayatta karşınızdaki her neyse onunla sadece savaşırsanız, onu yenmeniz gereken bir düşman gibi görürseniz, eğer bu bir şehir ise her zaman İstanbul kazanır. Bir yeri sizin için önemli yapan onun size öğrettikleridir, sizin ona yükledikleriniz değil...

Bu bölümde kız şunu öğrendi "Kapı açılır, sen yeter ki vurmayı bil! Ne zaman, bilmem! Yeter ki o kapıda durmayı bil!" (Hz Mevlana). 

Toplamda gönderilen kargo sayısı 9, yanlış yere teslim edilen kargo sayısı 1, göndermekten son anda vazgeçilen ya da başvuruya geç kalındığı için yollanmayan kargo sayısı 2, sınava girmeye hak kazanılmayan başvuru sayısı kargonun biri yanlış yere teslim edildiğinden 5, sınav stresi yaşanan başvuru sayısı yine kargonun biri yanlış yere teslim edildiğinden 4, kapının ilk çalınmaya başlamasıyla açılması arasında geçen süre 14 ay...

lydia deetz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder